Sosyal Medya Üzerine Üç Soru Üç Cevap: -I- Prof. Dr. Erol Göka
Yapılan bilimsel araştırmalar sosyal medyanın insan ruhu üzerinde önemli ölçüde olumsuz etkiye neden olduğunu söylüyor. Bilhassa sanal gerçekliğin toplum sağlığını, insanlar arasındaki ünsiyet ve muhabbeti ciddi ölçüde yaralayabilecek bir özelliği olduğundan bahsediliyor. Hal böyle iken sosyal medyayı yalnızca bir internet teknolojisi ürünü ve güncel hayatın bir “normal”i olarak görmemek gerekiyor. Sosyal medyanın psikolojik ve toplumsal etkilerini anlamak, sorunları tespit etmek ve değerlendirmek için kıymetli hocalarımızdan Prof. Dr. Erol Göka’ya üç soru yönelttik. Verdikleri cevapları, ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
- Sosyal medya kullanıcılarında en çok ne tür psikiyatrik sorunlarla karşılaşmaktasınız? Bunlardan korunmak için sosyal medya kullanıcılarına neler önerirsiniz?
Size bu soruyu sorduran durumun analiziyle başlamama izin verin. Şimdi, iletişim ve medya alanında öyle bir devirde yaşıyoruz ki sizin ve benim gibi bu devrin içine doğmamış olanlar, haklı olarak “bu durumda bir terslik, sağlıksız bir şey var!” diye düşünüyor.
Şu anda sizinle yaptığımız iletişimimizin içinde birebir sözlü iletişim var, birbirimizin söylediklerini tespit edebiliyoruz. Ama aynı zamanda beden dilimiz de var, biz konuşurken bedenimiz, tavır ve edamız da bir şeyler anlatıyor. Ben sizinle görüşme yapmaktan ne kadar memnun olduğumu sözel olarak ifade etsem ama bu arada yüzümü ekşitsem kafanız karışır. Yine de kafa karışıklığımızı değişik sorularla, değişik yöntemlerle, giderebiliriz. Sözlü iletişimde beden dilimizi, yani “bir yandan iletişimi” denetleme şansımız var. Ama sosyal medyada kurduğumuz sanal iletişim içinde bambaşka bir dünyanın içindeyiz. Görüştüğüm kişinin benden, benim de ondan ve ikimizin de yaptığımız görüşmeden haberi var fakat bu iletişim tarzının yüz yüze yapılan iletişimle hiçbir alakası yok… Birbirimizi yüz yüze görmeden ama teknoloji vasıtasıyla yüz yüze görüşüyormuşuz gibi yaptığımız, öyle varsayarak hareket ettiğimiz iletişim kurma şekline “sanal iletişim” diyoruz.
Yani her ne kadar görüntülü teknikler sanki gerçek hayatı taklitte çok başarılıymış gibi görünse de aksayan yanları çok, gerçek hayattan bambaşka bir akışla ilerliyor. Bir de buna cep telefonlarına sığdırılan bedenlerimizi, istediğimiz ölçüde görüntüyü büyütüp küçültme imkânlarımızı ilave edersek… Bu yüzden de bir düşünür, bu yeni tip gerçekliğe: “hiper-gerçeklik” diyor.
Dünyanın ve tarihin hiçbir döneminde insanları, şeyleri, mekânları hiç bu kadar büyük boyutlarda ve hızlı bir biçimde izlemedik. Bugün, bir arkadaşınız neredeyse yüzünüzün hücrelerini tek tek görebilir. Ya da sizin bir afişinizi öyle bir büyüklükte yaparız ki bütün bir gökyüzünü baştanbaşa kuşatılabilir. Görüntüleri, gerçekliği böylesine değiştirme şansımız var. “Sanal iletişim” dediğimiz şey, yüz yüze ve birbirimizi görerek yaptığımız iletişimden çok farklı. Görüntülü konuşmalarımızda da oradaki benim görüntüm, ama sadece görüntüm, varlığımın tamamı değil. O da biziz ve o anlamda gerçeğiz elbette ama bu iletişim tarzı çok yeni.
Sanal iletişim, eski iletişim tarzındaki rüyalara benziyor. Yani eskiden rüyalarda yapabildiğimize benzer bir şeyi, şimdi gerçek hayatta yapabiliyoruz. İnsanlık tarihi, böyle bir iletişim tarzını hiç bilmiyordu, son otuz yılda gündeme geldi. Bugün mekân ortadan kalkmış vaziyette. Dünyanın her yerine iletişim sağlayabiliyor ve inanılmaz bir hızla bağlanabiliyoruz. Eskiden mektup yazardık, yazdığımız mektubu Amerika’ya bir haftada gönderir, cevabını ise on beş günde alırdık. Bu bile normal iletişime yakın bir iletişim tarzıydı. Daha eski zamanlarda bunu sağlama imkânımız yoktu. Yani Amerika henüz keşfedilmemişti ve bu nedenle oradaki insanlarla bağlantı kuramıyorduk. Şimdi dünyanın her yeri ile bağlantı imkânımız var. Bu yepyeni bir duruma neden oluyor, binlerce insanı takip edebiliyoruz, gerekli atraksiyonları beceriyle yapabilmişsek binlerce kişi bizi takip edebiliyor. Şimdi sosyal sitelere yazdığınız bir cümleyle sizinle normal sohbetimdeki duygu ve heyecan aynı olabilir mi? Elbette olamaz. Ama bu gerçek mi derseniz, evet gerçek ama farklı bir gerçek. Peki, bu yeni iletişim hâli, eski geleneksel bilgimizle örtüşüyor mu? Hayır, örtüşmüyor. Bu nedenle de bu yeni denizi tanımıyoruz. Bu denizde yüzüyoruz, fakat denizde neyle karşılaşacağız, bu deniz nasıl bir denizdir, birbirimize nasıl bir etkide bulunuyoruz bilmiyoruz. Facebook’ta yaptığınız bir beğeni ya da gönderdiğiniz bir fotoğraf, insanlarda nasıl bir etki yapar ve bu işler nereye kadar gider bilemiyoruz.
Bütün bu olup bitene sosyal medyadaki bilgi akışını kendi lehlerine çevirmek için örgütlenen trolleri, ideolojik ve siyasi fanatikleri eklerseniz, sosyal medyadaki sanal iletişimin tuhaflığı ayyuka çıkıyor. Bilgilenmeye değil kandırılmaya ve kanmaya dayalı bir iletişim ortamıyla karşılaşıyoruz.
Çok uzattım farkındayım ama başka türlü de derdimi anlatmam mümkün değil.
Şimdi sorunuza cevap vereyim. Doğrudan sosyal medyadan kaynaklanan çok sorun görmüyoruz. Paranoyakların şüpheciliği, teşhirden hoşlananların teşhirciliği artıyor, sosyal fobikler, çekingenler, sosyal medya ortamlarında cengaver kesilebiliyor. Kendini başka türlü sunmayı becerenler, kandırılmaya müsait olanları kandırıyorlar. “İnternet bağımlılığı” diye bir tablo tarif etmeye çalışıyoruz ama henüz üzerinde tam bir anlaşma sağlayabilmiş değiliz. Bunlar tamam ama asıl önemlisi psikolojimiz artık yukarıda uzun uzun anlatmaya çalıştığım yeni sanal ortamda nefes alıp veriyor. Hepimiz artık yeni denizin balıklarıyız ve çocuklarımız bu yeni denize doğuyor ve denizi bizden daha iyi biliyorlar. Bu durumda onlara ne söylenebilir? Bilinmeyene karşı tedbir alırken en çok yapılması gereken şey öğrenmek, tanımak, bağımlı olmadan, içine gark olmadan evvel temkinli olmak, bol bol güvendiğimiz insanlarla neler yaşadığımızı ve olabilecek tehlikeleri konuşmaktır…
- Son araştırmalarda sosyal medya kullanıcılarının, FOMO yani “olan biteni kaçırma korkusu”nu sıkça yaşadıkları ortaya çıkmakta. Bu durumun psikolojik açılımı ve ailelerin buna karşı yaklaşımı nasıl olmalıdır?
İnsanlar, yeni bir bilgi var da benim haberim mi yok diye bir endişe eklediler, endişe repertuarlarına… Bana sorarsanız, anksiyetenin (endişenin) “bilgi çağı”ndaki görünümlerinden biri bu. Söz konusu durum, kimi insanları psikiyatri uzmanına kadar getirecek düzeyde şiddetlenirse buna şaşırmam. Anksiyete bozukluğu dediğimiz rahatsızlık, çok sık hatta neredeyse on kişiden birinde görülür. Rahatsızlık çeken insanın endişesi, kendi ruhsal organizasyonuyla ve yaşantısıyla bağlantılıdır. Kimisi sınavlardan, kimisi patronundan, kimisi trafikten, çocuklarının geleceğinden, borsadaki parasını batıracağından dolayı endişelenirken anksiyete bozukluğunun girdabında bulabilir kendisini. Bugünün dünyasında haberdarlık diye bir iletişim kategorisi var, insanların birbirlerini anlamalarından daha fazla önem taşıyor haberdarlık ve bir olaya hangi topluluğun, nasıl tepki verdiğinin bilinmesi. Sanıyorum önem, akışkan kimlik koreografisindeki rolden kaynaklanıyor. Haberdar olma ve tavır alma biçiminiz sizi bir topluluğa, kimi zaman bir süreliğine de olsa, ait kılıyor. İletişim buna göre şekilleniyor. İletişimde böylesine önemli olan, kendi başına değer taşıyan bir olgu elbette endişeye de anksiyete bozukluğuna da yataklık yapabilir.
Anksiyete hastalığa dönüştüğünde çok tatsız bir durumdur, öyle bir durumdan mustarip olanlar bizi bulurlar, biz de bir biçimde yardım etmeye çalışırız ama sorunuz FOMO’ya yani olanı biteni kaçırma korkusuna karşı ne yapılabileceği? Acaba hangi evde bize ne kadar bilginin gerektiğiyle ilgili, insanın dünyada niye yaşadığıyla ilgili, hayatın amacının ne olduğuyla ilgili akşam yemeği sonrası birlikte çay içilirken bir sohbet yapılıyor? Acaba hangi ebeveyn, çocuklarıyla sağlıklı bir diyalog içinde, onları incitmeden, kırıp dökmeden, hoşgörü içinde rehberlik yapabiliyor? Kaç ebeveynin aile içi ilişkilerde, eş ilişkilerinde, hayatla ilişkilerinde, ben çocuğuma iyi bir örneklik yapıyorum diye içi rahat? Cevaplarımı, soru şeklinde sunmaya çalıştım, umarım anlaşılmışımdır.
- Bundan sonra sosyal medya, hayatımızın bir parçası olarak kalmaya devam edeceğe benziyor. Çünkü hayatımıza dâhil olan her yenilik, bir süre sonra yerleşik ve terk edilemez hâle geliyor. Sağlıklı, verimli, nitelikli bir sosyal medya kullanımı için birey, toplum ve devlet olarak neler yapılmalıdır?
Bakın size yazdığım son tweeti göstereyim: “İnsan şu fani dünyada emek emek edindiği hayat bilgilerini, belki işe yarar diye başkalarıyla, insan kardeşleriyle paylaşmak istiyor. Sosyal medya, tam da bu noktada ve biraz da güvenilir uzmanlıklar alanında işlevsel olabilir. Başka türlü tam bir bilgi kirliliği, kendini pazarlama sahası, fanatik trollerin “yalan” savaş meydanı…”
Kesinlikle devletler, daha fazla kazanmak ve insanlığı kendi çıkarları doğrultusunda etkilemek isteyen sosyal medya şirketlerine karşı önlem almalı. Onlara ülke içinde muhatap alacakları bir büro kurdurmalı ve denetlemeli, ihlallerde ağır cezalar vermeli. Yalanlara, taciz ve suistimale, karalamaya karşı “sosyal medya kanunu” çıkarılmalı, emniyetin konuyla ilgili birimi çok güçlendirilmeli. Ama devlet ne yaparsa yapsın asıl görev, bireye ve topluma düşüyor. Mahremiyetin ve değerlerin önemini, sağlıklı ve güvenilir bilgi kaynaklarının nereler ve kimler olduğunu bilmeyen bir çocuk ya da genç sosyal medyadan nasıl korunabilir? İnsanın değerler eğitimi alacağı asıl yer aile, akraba çevresi ve okuldur. Sağlıklı sosyal medya kullanımı buralarda öğretilmeli. Devlet de toplum da okul da yasakçı zihniyetle hiçbir yere varamayacağını, sevgi, şefkat ve merhameti hissettiren bir samimiyetin en güvenilir yol göstericimiz olduğunu bilmelidir.
Kaynak: İnsicam