Şüphelenmek iyidir!
Hayatımızın her alanında, büyük küçük hepimizin olduğu bir dünya internet. Bu sanal dünya aynı zamanda çok süratli ve değişken. Bu dünya, bazılarımızı çok korkutuyor. Sizin tabirinizle teknomedyatik dünya insanı olmak zararlı bir durum mu? Ve orada yer alan bizler gerçek miyiz?
Gerçek, tanımına bağlı olarak değişir. Bir kere hep üstünde durmamız ve netleştirmemiz gereken husus, yeni bir dünyada yaşadığımızdır. Ben onu “ yeni denizin balıklarıyız” olarak tanımlıyorum. Geçen yüzyılda hatta son 30 yıla kadar dünyayı simgeleyen bir aygıt nedir diye sorsak, herhalde otomobil derdik. Otomobil icat oldu ve bütün dünyayı biçimlendirdi. Eskiden ulaşamadığımız yerlere daha hızlı ulaşmaya başladık. Otomobiller giderek küçüldü ve hızlandı: Otomobillerle koca bir devir ve hayatlarımız değişti. Sanayiyle gelen uygarlık, geleneksel kadim uygarlıktan ne kadar farklıysa, şimdi benzeri bir farklılık bilgisayarın icadıyla ortaya çıktı. Bilgisayar icat edildiğinde, dev bir binaya ancak sığıyordu. Ben çok net hatırlıyorum; Hacettepe Tıp Fakültesi’nde okurken Ankara’da bir tek bilgisayar vardı. Bizim kütüphanenin üst katını tamamen bu bilgisayar dolduruyordu. Bilgisayar mühendisliği öğrencileri kullanırdı bu bilgisayarı. Onlarda program girebilmek için çok güzel kartlar vardı. Biz de arkadaşlar aracılığıyla o kartları edinmeye çalışır, sahip olduğumuzda hava atardık. Otomobillerin hikâyesi bilgisayarlarda da oldu. Bir müddet sonra bu dev aygıtlar, evlerimize, ofislerimize daha sonra da telefonlarımıza girdi. İcatların hayatlarımıza etkilerini bir süreç içinde görmek lazım. Bilgisayar da sanayi ve otomobiller kadar etkili bir değişiklik getirdi dünyamıza.
Biz bir şeyin içine girdiğimizde, gerçek algımız onun tarafından belirleniyor. Onun içinde gördüklerimizi gerçek olarak algılıyoruz. Şimdi ben telefonla buradan başka bir şehirdeki hatta dünyanın öbür ucundaki bir yere mesaj yazsam, ya da 3G ile görüşsek, “bu gerçek değil” diyebilir miyiz? Tabii ki gerçek. Görüştüğüm kişinin de benden haberi var, fakat bu iletişim tarzının yüz yüze yapılan iletişimle hiçbir alakası yok… Birbirimizi görmeden, varsayarak iletişim kurma şekline “sanal iletişim” diyoruz.
“Sözlü iletişimde beden dilimizi, yani “yandan iletişimi” denetleme şansımız var.”
Şu anda sizinle yaptığımız iletişimin içinde birebir sözlü iletişim var, birbirimizin söylediklerini tespit edebiliyoruz. Ama aynı zamanda beden dilimiz de var. Bedenimiz, tavır ve edamız da bir şeyler anlatıyor, yani yandan da konuşuyoruz. Ben sizinle görüşme yapmaktan ne kadar memnun olduğumu sözel olarak söylesem ama bu arada da yüzümü ekşitsem kafanız karışır. Yine de kafa karışıklığımızı değişik sorularla, değişik yöntemlerle giderebiliriz. Sözlü iletişimde beden dilimizi, yani “yandan iletişimi” denetleme şansımız var. Ben Japonya’da ki bir arkadaşıma mesaj yazdığımda ya da onunla 3G aracılığı ile konuştuğumda bunu denetleme şansımız çok yok. Yani her ne kadar görüntülü teknikler sanki gerçek hayatı taklitte daha başarılıymış gibi görünse de hayat böyle akmıyor. Bazı düşünürler bu tip gerçekliğe; “hiper gerçeklik” diyorlar. Dünyanın ve tarihin hiçbir döneminde insanları, şeyleri, mekanları hiç bu kadar büyük boyutlarda ve hızlı bir biçimde izlemedik. Bugün, bir arkadaşınız neredeyse yüzünüzün hücrelerini tek tek görebilir. Ya da sizin bir afişinizi öyle bir büyüklükte yaparız ki, bütün bir gökyüzünü baştanbaşa kuşatabilir. Görüntüleri, gerçekliği böylesine değiştirme şansımız var. “Sanal iletişim” dediğimiz şey, yüz yüze, birbirimizi görerek yaptığımız iletişimden çok farklı. Görüntülü konuşmalarımızda da oradaki benim görüntüm ama sadece görüntüm, varlığımın tamamı değil. O da biziz ve o anlamda gerçeğiz elbette ama bu iletişim tarzı çok yeni.
“Bugün mekân ortadan kalkmış vaziyette.”
Bu yenilik psikolojimizi nasıl etkiliyor?
Bu önemli bir soru. Eğer eski dünyaya ve iletişim tarzımıza ‘gerçek’ dersek, dünyadaki bu normal olmayan iletişim hızı ve iletişimin farklı boyutlarda aktarılmasına ‘sanal’ diyebiliriz. Sanal iletişim, eski iletişim tarzındaki rüyalara benziyor. Yani eskiden rüyalarda yapabildiğimize benzer bir şeyi, şimdi gerçek hayatta yapabiliyoruz. İnsanlık tarihi böyle bir iletişim tarzını hiç bilmiyordu, son 30 yılda gündeme geldi. Bugün mekân ortadan kalkmış vaziyette. Dünyanın her yerine iletişim sağlayabiliyor ve inanılmaz bir hızla bağlanabiliyoruz. Eskiden mektup yazardık. Yazdığımız mektubu Amerika’ya bir haftada gönderir, cevabını on beş günde alırdık. Bu bile normal iletişime yakın bir iletişim tarzıydı. Daha eski zamanlarda bunu sağlama imkanımız yoktu. Yani Amerika henüz keşfedilmemişti ve bu nedenle oradaki insanlarla bağlantı kuramıyorduk. Şimdi dünyanın her yeri ile bağlantı imkanımız var. Mesela benim Facebook sayfamda izleyici sayısı 5.000, Twitter takipçilerim ise 30.000. Dünyanın en meşhur adamı ya da eski bir hükümdar bu kadar arkadaşa ya da bu kadar iletişim imkânına sahip miydi? İmkânsız! Oysa bugün ben bir mesajımı anında 30.000 kişiye duyurabiliyorum ve bunu çok daha fazlasıyla yapan insanlar var. Bir cümle yazıyorsunuz, bunu 30.000 insan aynı anda okuyabiliyor. Şimdi sosyal sitelere yazdığınız bir cümleyle sizinle normal sohbetimdeki duygu ve heyecan aynı olabilir mi? Elbette olamaz ama “bu gerçek mi” derseniz, evet gerçek. Bu eski geleneksel bilgimizle örtüşüyor mu? Hayır örtüşmüyor. Bu nedenle de bu yeni denizi tanımıyoruz. Bu denizde yüzüyoruz fakat denizde neyle karşılaşacağız, bu deniz nasıl bir denizdir, birbirimize nasıl bir etkide bulunuyoruz bilmiyoruz. Facebook’ta yaptığınız bir beğeni ya da gönderdiğiniz bir fotoğraf insanlarda nasıl bir etki yapar ve bu işler nereye kadar gider, bilemiyoruz.
Teknoloji gelişiyor, iletişim şekli değişiyor. Yıllar önce hayal bile edemeyeceğimiz bir dünyanın içinde bulduk kendimizi. Komşu teyzemiz bile tablet kullanmayı öğrendi. İşte, evde, sokakta her yerde bir tıkla her şeye ulaşabiliyoruz. Gelecekte neler olabilir öngörebiliyor musunuz?
Öngöremiyorum. Mesela yakın bir zamanda, çok güvenilir bir gazeteci olan Fareed Zakaria’nın paylaştığı bir haberle dehşet içinde kaldım. Sabah derste öğrencilerime de söyledim. “Artık, doktorların bugün yaptığı icraatların, doktorluk eylemlerinin %80’nini bir bilgisayarla yapmak mümkün.“ diyordu haberde. Bu müthiş bir şey. Asistanlarıma dedim ki; doktorluk gözden düşüyor diye ağlamayın, bütün dünyada gözden düşüyor. Sizin yaptığınız işleri bilgisayar yapabilir.
Sağlıkta ya da herhangi bir sektörde meslek sahiplerinin robotlar olması… Bu sağlıklı bir şey mi peki?
Bu nereye kadar gidecek inanın bilmiyorum. Önce denizi bir tanıyalım. Tıptan örnekler verecek olursak; çok yakında Amerika’daki bir doktor buradaki bir ameliyatı denetleyebilir. Hatta ileride bunu robotlar yapabilir. Bu sanal dünyayı, net dünyasını tanıyalım, anlayalım, hemen feryat etmeyelim diyorum.
“İnternet olmazsa ben hayatımı toparlayamam mesela.”
İnternet bağımlılığı konusunda ne düşünüyorsunuz? Özellikle ebeveynler bu konuda çok endişeliler. Sürekli bağlı kalmak, bağımlılık yaratır mı?
En çok itiraz ettiğim kavramlardan biri de bu; internet bağımlılığı. Ne bağımlılığı, şaka mı yapıyorsunuz? Otomobil ilk yapıldığı zaman, biri çıkıp “insanlar otomobillere bağımlı oluyorlar, vakitlerinin dörtte birini otomobilde geçiriyorlar“ dese, komik olmaz mıydı? Belki de o dönem böyle diyenler de olmuştur. Mesela, tren icat edildiğinde 30 km hızla gidiyor. Bilim adamları “bu hıza insan bedeni dayanabilir mi? İçerideki insan parçalanabilir mi?” diye tartışmaya başlıyorlar. Şimdi bir anlamı var mı bu sözün, bu endişelerin? Hayır tabiki. İnternet mevzusu da böyle. Elbette psikiyatride “internet bağımlılığı” diye bir tablo var ama gündelik anlamından çok farklı. Biz psikiyatride internet bağımlılığını, sadece online oyunlar bağlamında kullanıyoruz. İnternet oyunlarının başından kalkmayanları, sabah akşam bu şekilde boşa vakit öldürenlere internet bağımlısı diyoruz. Yoksa internetin hayatımızdaki yerini kastetsek, hepimize bağımlı demek gerekirdi. İnternet olmazsa ben hayatımı toparlayamam mesela. Bu kadar işi internetsiz yapabilmem mümkün değil.
Bilgisayarla kavga eden, internet gittiğinde hayat bitmiş gibi davranan ve eksikliğinde panik yaşayan insanlar var. Bu durum sizce normal mi?
Biz şimdi tam geçiş döneminde bulunuyoruz. Büyük bir ihtimalle bir süre sonra kavramlar yerli yerine oturacak. İnternetteki oyun bağımlılığı çok ciddi bir sorun ama internetin hayatımızdaki yeri de giderek artacak. Mesela Japonya’da bilgisayar oyununun başında ölen çocuklar, gençler var. Bu durumu anlayıp bir çare üretmemiz lazım. Oyun bağımlılığı, yeni teknolojinin getirdiği yeni rahatsızlıklar arasında. Ben bu dünyayı hem faydalı buluyorum hem de “bu işin sonu nereye gider?” diye eleştiriyorum. Yeni bir iletişim ağının içine de giriyoruz ve psikolojimiz de burada yeniden biçimleniyor. İnsanları telaşlandırmamak gerekiyor. Bu konuda saplı samanı birbirine karıştırmayan, düzgün araştırmalar yapmak durumundayız.
“Dünyanın teknokratların eline bırakılması iyi bir şey midir?“
Her şeyin robotlarla halledildiği bir dünya ürkütücü gibi görünüyor ama bir taraftan da bu dünyanın tehlikelerine karşı önlem almak için öğrenmek şart…
Tıptaki gelişmeleri söyledik. Hatta daha çok gelişecek ve doktorların yerine robotlar bile geçebilir dedik. Aynı durum medya için de geçerli. Medyada rotatif teknolojisinden nerelere geldik. Şimdi dünyayı mühendisler biçimlendiriyor. Yani bir grup çok zeki insan, teknolojiye yön veriyor. Biz de onlara ayak uyduruyoruz. Her alanda bu böyle… Dünyanın teknokratların eline bırakılması iyi bir şey midir? Bence atacağımız, üzerine düşüneceğimiz büyük başlık bu olmalıdır. Soruları doğru sorarsak, cevaplar da daha iyi gelir. Bu soruları sormaz, teknolojinin kendisine savaş açarsak, internet bağımlılığını tamamen yanlış anlayıp çocuklarımızın üstüne hücum edersek, sorun bir iken iki olur. Bu nedenle yeni bir dünyada, yeni bir iletişim biçiminin içinde olduğumuzu, bunun tüm ilişkilerimizi değiştireceğini bilerek hareket etmeliyiz. Hiçbir hükümdar, benim iletişim ile ilgili sahip olduğum olanağa sahip değildi. Bu şansa sadece ben değil bütün insanlar sahip. Peki bütün insanların inanılmaz bir iletişim olanağına sahip olduğu bir dünyada, aile aynı kalabilir mi? Bir çocuk sadece akrabalarını ve ailesini tanıyor, diğer bir çocuk ise bütün dünya ile iletişim kurabiliyor. Onun kuracağı iletişim sistemi ve onun kuracağı değerler yapısı, geçmişle aynı olabilir mi? Tüm bunları enine boyuna düşünmeli, değişimlere hazır olmalıyız.
Hz. Ali’nin bir sözü var: “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” Söyledikleriniz bu sözü hatırlattı…
Çocuklarımızı yaşadığımız zamana göre hazırlamaya mecburuz, isterseniz yetiştirmeyin. Bir süre sonra çocukların oyuncağı olur çıkarsınız, ileride sizi ciddiye bile almazlar. 10 yıl önce çocuklarına yasaklar koyan aileler vardı. Televizyona, bilgisayara yasaklar getiriyorlar. Çocukları bilgisayarla, internetle çok ilgilenmesin, diğer zamanları da geleneksel iletişime kalsın diyen aileler vardı ama hepsi hüsrana uğradı, hayat kazandı. Evet, aslında teknoloji kazandı ama artık hayat teknoloji kılığında… Böyle yasaklar koymak, katı kuralcı olmak yerine, çocuklarının bilgisayar başında ne yaptığına bakmak daha doğru. Siz istediğiniz kadar bilgisayara yasak koyun, teknokratlar geldi bilgisayarı cep telefonuna koyuverdi. Bu nedenle yasaklamalar yerine öğrenmek ve rehberlik etmek çok daha uygun bir yöntem. Yeni bir dünyada yaşıyoruz, yeni bir iletişim ağının içindeyiz ve artık yeni bir denizin balıklarıyız. Biliyormuş gibi yapmanın, yasakçı davranmanın anlamı yok. Ne olup bittiğini anlamak ve ona göre de olabilecek olumsuzlukları tespit etmek gerekiyor. Türkiye’de de aileler değişecek, bu duruma hazır olmalıyız. Bakın, artık anne olma yaşı giderek ilerliyor, daha da ilerleyecek. Aynı şekilde boşanma oranlarımız da artıyor artacak. Biz de sık evlenen, sık boşanan Batılı toplumlara benzemeye başlıyoruz.
İstatistiklere göre dünyada tek başına yaşam tercih ediliyor ve bireyselleşme giderek artıyor.
Çünkü daha fazla insan tanıyoruz. Eskiden bir insan ömrü boyunca yüz kişi tanıma şansı varsa şimdi yüz binlere gelmiş durumda. Burada insanın ilişki ağı ve insanın enerjiye yatırdığı alanlar da çok farklı olacak, duygusal dünyası da değişecektir. Yöneticilerimiz bunları düşünüp “Değerlerimizi buraya nasıl yerleştireceğiz?” ya da “Teknoloji bu kadar özgür olmalı mıdır?” sorularına cevap aramalı. Daha doğru sorular sorarak, demokrasi ve özgürlükler içinde çare aramamız lazım.
“Belirsizlik halinde ‘şüphe’ sağlıklıdır.”
İnternet ve özellikle sosyal sitelerin olumlu yönlerinin yanı sıra zihin karıştıran bir tarafı da var. Gelen bilgiler, timeline’a düşen haberler, bilgi kirliliği, bizi daha da şüpheci hatta paranoid yapıyor. Bu şüpheci halimiz psikolojimize nasıl yansır?
Aslında yeni bir durum karşısında hepimiz şüpheci olmak durumundayız. Biz neye paranoya diyoruz biliyor musunuz? Aksi ispat edildiği halde eski görüşlerini devam ettiren kişilere. Yoksa şüphe çok sağlıklı bir şeydir. Allah içimize, biz yeni durumlara karşı önlem alabilelim diye şüpheyi koymuş. Belirsizlik halinde şüphe sağlıklıdır ama aksi ispat edildiği halde, siz hala şüphe de ısrar ediyorsanız, işte o zaman geçmiş olsun, hastalanmışsınızdır.
Bu dünyanın acemisiyiz, acemi olduğumuz alanlardan biri de, sosyal medya. Hepimiz sosyal siteleri kullanıyoruz. Bugün dünyada Twitter kullanımı arasında Türkiye 10. sırada ve Suudi Arabistan bizden önde görünüyor. Kullanıcı özelliklerinin dağılımını da henüz kimse anlayabilmiş değil. İnternet ve sosyal medya kullanımında çok enteresan bağlantılar var. Oranlar, bir kültüre göre dağılmıyor yani. Ama Twitter’dan örneğe devam edersek; özellikle sosyal olaylardan bir siyaset üretileceği sırada, insanlar ya da sanal insanlar (troller) Twitter’a yerleşiyor ve ulaştırmak istedikleri haberi anında yayıyor. Bir haberi ya da mottoyu ne kadar çok tekrar ederseniz bir o kadar etki bırakıyorsunuz. Mesela, insanların bir yerlerde toplanmasını birilerine karşı bağırıp çağırmasını istiyorsanız, bunu dakikalar içinde yapmanız mümkün. Ve bunu örgütlü kesimler çok daha rahat yapabiliyor. Örgütlülük eskiden de bir güçtü şimdi sosyal medyada daha da büyük bir güç haline geldi. Bin örgütlü insan sosyal medyada tahmin edemeyeceğiniz bir kirlilik yaratabilir. Biz bugün bunun önlemini nasıl alacağımızı bilmiyoruz. Klasik medyada yalan haberlere karşı medya hukukunun içinde önlemler aldık. Ama sosyal medyada bunu nasıl yapacağımızın henüz kesin cevabı yok. Acaba bu durum zihinlerimizi ifsat etmez mi, bizi farklı yönlere yönlendirmez mi? Elbette yönlendirir. Yanlış bir bilgiyi birçok insan tekrar ederse ne olur?
O bilgi doğru bilgi gibi algılanır.
Sosyal medyada yapılandan daha iyi zihin mühendisliği olamaz. Doğru dediğimiz şey, ne ki zaten? Sürekli tekrar eden bir bilgi ve işin içinde bir de sanallık var. Yüz yüze iletişimde “Ne dedin, doğru mu dedin, doğru mu anladın” diye birbirimizi test edebiliyoruz ama sanal dünyada bu yok. Sanal ortamda bir süre sonra karşınızdaki insanla değil de kafanızdaki kişiyle konuşmaya başlıyorsunuz.
“Güven, en temel ihtiyaçtır.”
Sosyal medyanın daha basit halleri ilk ortaya çıktığında Msn vardı, orada insanlar birbirleriyle yazışıyorlardı. Bir süre sonra bunlar arasında âşıklar türemeye başladı. Bunun üzerine ben ve birçok meslektaşım çok düşündük, yazılar yazdık. O zaman böyle 3G teknolojisi, görüntülü konuşma da yok. Görmediğin birine nasıl âşık oluyorsun? Yazdığına âşık oluyor. Âşık olduğu ne aslında; kendi kafasının içindeki insan. Eksikliğini hissettiği bir ihtiyacını, bu şekilde karşılıyor ve bir süre sonra da bu hayali aşkların bir kısmı felaketle sonuçlanıyor. Bir de bu konunun diğer bir tarafı var ki, o bölümde birçok hayal kırıklığı yaşanıyor ve biten ilişkileri kimse duymuyor. Bu söylediklerimi boşanmaların artışıyla birleştirirsek, dünya nereye doğru gidebilir sorusunu sormamak elde değil. Tabii ki şüphelenmek hakkımız, bu duruma şüphelenmeden nasıl cevap bulacağız. Bu yeni dünyada hem zihinleri biçimlendirme hem de başkaları tarafından zihnimizin biçimlendirilmesi ihtimali çok yüksek. Siyasette, gündelik hayatta ve hatta ekonomik ilişkilerde aynı şeyi şirketler yapıyor. Ve işin komik yani, sosyal medyaya hâkim olanların Twitter’ın Facebook’un kendisi şirket. Bunlara alternatif başkaları çıkıyor. Şimdi mesela Türkiye’de de sosyal medyadan korunmak için “Milli Sosyal Medyamızı kuralım” diyen arkadaşlar var. Uzun vadede, bir süre sonra eğer insan psikolojisi hala bizim bildiğimiz insan psikolojisi olmaya devam ederse tabii. Büyük ihtimal devam eder. Bu durumda da herkes kendi öbeğini oluşturur ve ötekileri ciddiye almamaya başlar. Çünkü şüpheyle yaşanmaz. Eninde sonunda, sosyal medyada da kendi güvenilir ağlarını oluşturacaktır insanlar. Güvenmediklerimizi zaman içinde otomatik olarak dışlarız. Şimdi öyle yapmıyor muyuz? Telefonumuza bazı şirketlerden mesajlar geliyor. Sağlıklı insanlar ne yapıyor, hiç bakmadan siliyor ve atıyor. Büyük ihtimalle sosyal medya da böyle olacak diye tahmin ediyorum. Çünkü güven, en temel ihtiyaçtır. “Teknomedyatik” olarak tanımladığım bu dünya, henüz güven sağlayabilmiş değil ve birçok alt-üst oluşa gebe. Böyle bir dünyada çare yasaklar değil, demokrasi ve özgürlük içerisinde dertlere deva olmaya çalışmaktır. Böyle bir dünyanın önüne yasaklarla geçemezsiniz.
Demokrasi ve özgürlükler içerisinde yeni dünyayı tanıyıp, doğru sorular sorarak devam etmemiz gerekiyor. Mesela “iyi hayat nedir? “ sorusunu kendimize mutlaka sormalıyız. Teknolojiye göre biçimlendirilmiş bir hayat, iyi hayat olabilir mi? Düşünmeliyiz. Ben otomobil kullanmam mesela.
Ulaşım meselesini nasıl çözüyorsunuz?
Yürüyorum. Bir de arkadaşlarım var, lazım olduğunda onların araçlarına biniyorum. Üretkenliğimde bunun payının çok büyük olduğunu düşünüyorum. İnternette hiç böyle bir protestocu bir tavrım olmadı. Türkiye’de İlk internet kullanıcılarından biriyim, internet çok işime yarıyor. Yazı ile ilgileniyorsanız üretkenliğiniz tarif edemeyeceğiniz ölçüde artıyor. Bilgi o kadar çok akıyor ki, verimli bir yazar bunu kullanarak, üç ayda bir kitap üretebilir. Ama iyi bir roman üretebilir mi bilmiyorum. Piyasadaki romanlara baktığımızda sanki üretemezmiş gibi duruyor.
“İnternetin içine gireceğiz, ondan sonra da sorunu görüp kendi güvenilir çevremizi oluşturacağız. “
Bu dünyada gerçek romanlar nasıl yazılacak onu bilmiyoruz. Sinemanın bu dünyaya uyan örneklerini görmeye başladık, rüya içinde rüya anlatan filmler çıkmaya başladı. Çünkü artan sanallıkla birlikte, gerçek oraya doğru kayıyor. Büyük sanatçılar, sanatlarının içine sanallığı da giydirmeye başladılar. Dünyada gördüğümüz birçok şeyin, buna aile de dâhil, eskisinden çok farklı olacağını söylemek kehanet değil. Şu anda hepimiz şüphe içinde bekliyoruz, tahammülümüzün derecesine göre hareket ediyoruz. Bazıları “yenilikleri hemen yasaklayalım“ diyor, bazıları anlamaya çözümler üretmeye çalışıyor. Ama bütün bunlar bir yana, şu anda yaşadığımız teknomedyatik dünyayı ne belirliyor derseniz, cevabım net: Ne siyasetçi belirliyor bu dünyayı ne de zenginler; teknomedyatik zihinler belirliyor. İnternetten sonra çok zengin olmuş insanlar bize hiç tuhaf gelmesin, zaten dünyanın patronu onlar…
Bu dünyayı tanıyın ve yaşamaya alışın diyorsunuz.
Yeni bir iş nedeniyle İstanbul’dan Ankara’ya gittiğinizi düşünün. Önce işinizi, orada çalışan insanları tanımaya çalışırsınız. Herkesle temas eder ve anlamak için çaba harcarsınız bir süre sonra da tanır ve mesafe koyacaklarınıza mesafe koyarsınız. Dünya daha interneti tanımadığı için mesafeler koyma konusunda tereddüt ediyor ve bu yüzden de herkes birbirini tembihliyor “Oraya giderken, dikkat et!” Aslında normal ilişkilere çok benziyor. Anne, babanız, sevdikleriniz, yeni bir yere gideceğiniz zaman “aman dikkat et” demezler mi, bu da öyle bir şey işte. Bu yüzden de buradan kaçmak yok ve de yasaklarla buranın içinden çıkamayız. Eğer böyle yapmazsak, internet kazanır, biz kalırız ortada. İnternetin içine gireceğiz, orada yaşayacağız, oradaki sorunları görüp kendi güvenilir çevremizi oluşturacağız. Ya da İnternet karşısında oturacak, benim gibi otomobile binmeyi reddedeceksiniz. Otomobilsiz yaşamak kolaydı ama ileride internetsiz yaşamanın imkânsız olacağını sanıyorum.
“Şüpheden başka elimizde kendimizi koruyabilecek sahici bir kalkan yok.”
Kimi pozitif düşün, pozitif olsun diyor, kimi sözcüklerin ve düşüncelerin hayatını belirliyor diyor, kimi de yaşadığın olumsuzluklar, mutsuzluklar geçmiş karmandan kaynaklanıyor diyor. Bir kendimizi bulma karmaşası yaşıyor ve tam buldum derken hiç bulamadığımızı fark ediyoruz. Bu arayışa, doğruya fener tutabilecek yöntemler var mı, biz yolumuzu nasıl bulacağız?
Acemisi olduğumuz ve bir sürü bilinmezliklerle dolu bir dünya ve şüpheden başka elimizde kendimizi koruyabilecek sahici bir kalkan yok. İşte böyle bir dünyada yol gösteren de çok oluyor. Yeni meslekler çıkıyor, kişisel gelişimcilik, yaşam koçluğu vb. Niye? İhtiyaca binaen… Yolunu şaşırmış bir sürü insan var. Bir yerde çok turizm gelişmişse orada türlü çeşit turizm rehberleri de çıkar. Şimdi o yüzden, günümüz insanının bu şaşkın hali – ki doğal bir şey bu- çünkü acemisi olduğumuz bir dünya var. Newyork’a gitmiş bir insan, şehrin haritası olmadan birine sormadan yapabilir mi? Yani, Newyork’tan bile daha karışık şu anki dünya. Her yeriyle… Böyle olunca buradan geçim temin etmeye çalışan uyanıklar da çıkıyor. Bizim en büyük görevlerimizden birisi de rehberimizi düzgün seçmemiz. Mesela ben de düşünüp baktığımda böyle bazen felaket tellalı gibi hissediyorum kendimi. Demin neler dedim; aile değişecek dedim, dünya; zenginler değişecek dedim. Her şey değişecek. Çünkü bu teknoloji ile ilgili biraz fikir yürüttüğümde gördüğüm manzara bu. Böyle bir dünyada, insanlara bu değişmeyecek olan ve bizde sabit kalan öz ile ilgili, kendi yaratılışımızla ilgili, kendi ömrümüz ile ilgili ve hayatın anlamıyla ilgili bir şeyler söylemek icap eder.
“Burası çok riskli bir alan ve bu dünyada dolaşan ‘paranoid beyleri’ var.”
Hayat, hakikat, insanın özü gibi konularda uzmanların da bu medyanın içinde söz alması ve kendilerini göstermeleri lazım. Dertleşebileceğimiz, konuşabileceğimiz mecralar oluşturmak zorundayız. Teknomedyatik dünya çok riskli bir alan ve bu dünyada dolaşan birçok paranoid beyleri var. Bu beyler, din, bilim ve evrim konusunda sürekli fetva üretiyorlar. Kendilerine göre sağlam duruyorlar. Biz de şaşkınız ve kendimize rehber arıyoruz ya hemen gidip o sağlam duranlara yapışıyoruz. Çünkü seçtiğimiz kişiler, kendilerince sağlam duruyor. Hâlbuki olması gereken şey ne? “Sevgili arkadaşlar sahiden burası çok değişik bir yer, hepimiz farklı sıkıntılar yaşıyoruz. İnsan hata yaparak doğrulara ulaştı, bu aşamadan bu aşamaya geldi, insanlığın büyük rehberleri böyle durumlarda şunları söyledi, haydi gelin birlikte bakalım, bunlardan hep birlikte nasiplenelim” diyebilmek ve kesin kararlarla konuşmamak.
Teknomedyatik dünyada genel olarak üç grup insan var: Şaşkınlar, uyanıklar, paranoid derebeyleri… Böyle bir dünyada hakikatten yana olanların kesin kararlı olmayıp; “Şimdi değişik bir zamanda yaşıyoruz” mottosuyla hareket edip, demokrasi ve özgürlükler bayrağı altında insanları toplamaya çalışması lazım. Aynı dertten ben de mustaribim demesi lazım. Ve biliyorsa ve onun yolunu bulabilmişse, bu geleneksel bilgiyi bugüne uygun bir şekilde nasıl anlatabileceğini düşünmesi ve elinden geldiğince insanları aydınlatması lazım.
Oldukça farklı sesler var özellikle din ve tasavvufi konularda, kimden doğru bilgileri alacağımızı ve kimleri kılavuz olarak seçeceğimizi nasıl belirleyeceğiz?
Biri size kesin böyledir diyorsa hemen oradan ayrılın derim. Böyle bir dünyada kimse kesin kararlı konuşamaz. Ne bilim ne siyasetçi ne din adamı ne de sanatçılar kesin konuşabiliyor. O zaman bir dur bakalım.
“Sevilme ihtiyacı karşılanmamış şaşkınlarız!”
Özellikle televizyon izleyicileri kendilerine sunulan bu alternatifler arasında karmaşa yaşayabiliyor ve maalesef oldukça etkilenebiliyorlar…
Çünkü sağduyunun sesi onlara ulaşmıyor daha… Birçok insan doğruyu bulabilmek için düşünüyor. Dünyanın her yerinden sağduyu da çıkıyor. Bugün birçok kimse, dünyanın nasıl olması gerektiği ile ilgili akıl yürütüyor ve buna göre çareler aranıyor.
Bir insan hem şaşkın hem kendini beğenmiş olabilir mi?
Narsistlerin yetiştirilme biçimlerine baktığımızda, son derece ilgisiz, yeterince iyi annelik yapılmayan ve sevgi sunulmayan aile ortamlarında yetiştiklerini görürüz.
Pohpohlanmış, sevilmiş, aşırı ilgiyle beslenmiş insanların narsist insanlar olduklarını düşünürüz oysa…
“Abartılı ilgiyle büyütülmüş bir insanın bir tek şansı vardır; kendi balonunu üflemek.”
O da vardır ama çok pohpohlamak, aşırı ilgi de iyi annelik babalık değildir. Çocuğunu durması gerektiği yerde durdurabiliyorsan, gerçek dünyayı gösterebiliyorsan kaygısını tanımayı ve o kaygıyı yönetebilmeyi biliyorsan iyi bir ebeveynsindir. Başta ne demiştik; şüphe çok değerlidir. Aynı zamanda korku ve öfke de değerlidir. Duygularımız en güçlü silahlarımızdır. Kendi duygumuzu, karşımızdaki insanın duygusunu göreceğiz ki mesafeyi ayarlayabilelim, anlatabildim mi? Çocuğunuzu sürekli pohpohlarsanız, bir süre sonra o her şey ile baş edebileceğini sanan ama gerçekte dünyayı ve insanları hiç tanımayan bir birey haline dönüşür. İnsanlar seninle ilgilenmiyorsa ve seni yeterince sevmiyorlarsa sen kiminle baş başasındır? Kendinle. Biz öyle bir varlığız ki, bu hayatta var olmak için kendimizi her an yeniden kurmak, inşa etmek durumundayız. Bunu başarmak için çalışmak, insanların bir kısmının sevgisini kazanmak, onlarla duygusal bir alışveriş yapabilmemiz gerekiyor. Ama pohpohla ve abartılı ilgiyle büyütülmüş bir insanın, bunları yapmak yerine, elindeki imkânlarla bir tek şansı vardır, kendi balonunu üflemek…
İnsan ilişkisi dünyanın en zor şeyi… Anne, çocuğuna duygulara göre adım atabilmeyi öğretemediyse, çocuk bu iletişimi bilmiyorsa, işte o zaman kendini şişirmeye başlayacak. Bize her yerden bilgi yağıyor ama kimse bize ne yapacağımızı söylemiyor. Duygularımız yetmiyor, böyle olunca ne oluyor, hem şaşkın hem de kendini beğenmiş, kendisiyle hava atan insanlar oluyoruz. Hepimiz hem şaşkınız hem de oyuncuyuz, bilmiyoruz ama biliyormuş numarası yapıyoruz. Duygusal alışveriş yapamadığımız için bu açlığımız sürüyor. Aslında Narsistin istediği şey ne? Sevilmek! Elbette hepimiz sevilmek istiyoruz, insan ne ister ki başka; hele bir de henüz bebeksen, çocuksan. Bazı meslektaşlarım narsisizm çağında yaşadığımızı söylüyor. Onlara göre, sevilme ihtiyacı karşılanmamış şaşkınlarız… Çoğumuzun sevilme ihtiyacımızın karşılanmadığı doğru. Niye karşılanmıyor çünkü aileler, yeni denizin içinde nasıl davranılması gerektiğini yeterince bilemiyorlar. Ellerinden geleni yapsalar bile bu çabaları yetmiyor. Mesela bir aile çocuğuna iyilik olsun diye telefonu yasaklıyor, bilgisayarı, arkadaşlarıyla görüşmeyi yasaklıyor. Sanıyor ki ben annelik babalık yaptım. Hayır yapmadın. Çocuğuna aktardığın tek iyi şey “senin için kaygılanıyorum” mesajı oluyor. Bu iyi bir duygudur. Çocuk sadece oradan iyi besleniyor ama öğrenebileceği, pratik yapabileceği birçok şeyden de mahrum kalmış oluyor. Maalesef çoğumuz bu haldeyiz. Kendimizi şişirmekten ve kendi balonumuzu üflemekten başka çaremiz kalmıyor.
“Mutluluk arada bir yakalanan bir şeydir.”
Bugün birçok insan depresyonla nasıl başa çıkabileceğini bilmiyor. Bunun için çalışmalar, eğitim programları ve yönlendirici kılavuzlar da yok. Mutsuzlukla nasıl başa çıkabiliriz?
Depresyon dediğimiz şey ile sizin kastettiğiniz şey aynı şey değil bir kere. Depresyondayım şarkısını söyleyen kız da depresyonda değil. Depresyon bir hastalıktır. Oldukça sık görülen bir hastalıktır. 7-8 kadında bir görülür. Kadınlarda erkeklerden neredeyse iki kat daha fazla.
Depresyonun birçok nedeni vardır. Biz de bu nedenleri anlamaya çalışıyoruz. Çok daha kalıcı mutsuzluk ve keyifsizlik halidir depresyon. “Mutlu musun?” diye sorduğumuzda çok farklı cevaplar alabiliriz. “Mutsuzum” diyen herkes depresyonda değil. Mutluluk arada bir yakalanan bir şeydir zaten. Mutsuz olmak, hüzünlü olmak ille de depresyon anlamına gelmez. Depresyonun hem psikolojik hissiyat ile ilgili hem de bedensel beyinin işleyişi ile ilgili birçok işaretinin olması lazım. Depresyonu gündelik hayatın sıkıntılarından ayırt etmeyi öğrenmeliyiz. En çok yaptığımız hatalardan birisi günlük hayatta iniş çıkışlara, mutsuzluklara depresyon tanısı koyup ilaç vermek. Oysa bu durumda birçok farklı tanı söz konusu olabilir. Depresyon dünyada hemen hemen her kültürde aynı oranda gözüküyor.