Tarih konuşurken ‘keşke’ denmez!
Yeni Türkiye”de vatandaşların aynı coğrafyada, vatanda yaşamak dışında kolektif kimliklerindeki ortak noktaların neler olması gerektiğini konuşmak zorundayız. Geçen yazımızda konuşmaya başladık. “Ulusal kimlik” sorunu diye adlandırılan bu konuya, akademik literatürde nasıl bakıldığıyla ilgili genel geçer bilgiyi özetle naklederek bir girizgâh yaptık.
Açıkça görülüyor ki, ulusal kimlik sorununa yerleşik akademik bakış, oldukça sorunlu ve indirgemeci. İmparatorluk bakiyesi topraklarda, yine imparatorluk bakiyesi farklı etnik kimliklere sahip insanların oluşturduğu bir toplumsal yapı üzerine kurulan bir devletin ve kimlik tercihinin anlatılanlardan çok daha karışık olduğu tartışma götürmez. Türk modernleşmesinin ulusal kimlik tercihinde Alman değil de Fransız modeline göre hareket ettiği tezi de oldukça tartışmalı. Aynı şekilde, küreselleşme ve post-modern zamanlarla birlikte, Türkiye”de ulusal kimlik açısından bir kriz yaşanmakta olduğu tespiti görünüşte uygun ama siyasi veçheyi, toplumun demokrasi mücadelesini görmezden geldiği için eleştiriyi hak ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti”nin kimliğine akademik indirgemeciliğe düşmeden yaklaşmaya çalışanlara kulak verirsek derdimizi daha iyi ifade edebiliriz. Can kulağıyla dinlememiz gerekenlerden birisi, Kemal Karpat. Hoca, Viyana Bozgunu”ndan başlayarak Osmanlı”nın son dönemlerinde ivme kazanan ve günümüze kadar süren göç dalgalarında, milyonlarca Müslüman”ın bugünkü Türkiye topraklarına sığınıp yurt edinmesi sürecini araştırıyor. Şu soru, zihnine yerleşiyor: “Bu kadar farklı dil gruplarına ayrılmış, iklim ve coğrafya bakımından olduğu kadar sosyal yapı bakımından da birbirinden çok farklı bölgelerden olan bu insanları Osmanlı devletine ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti”ne çeken güç ne olabilir?” Ve ilave ediyor: “Bunun ötesinde daha önemli olan soru şudur: Bu kadar farklı etnik gruplara ve dil gruplarına ayrılmış bu insanları bir arada yaşatan, aralarında anlaşma ve tesanüt (dayanışma) sağlayan güç neydi ve nedir?”
İlk bakışta bu soruların cevabı, Müslümanlık olarak görünüyor ama aramızdaki çekim gücünü yalnızca “din” faktörüyle açıklamaya çalışmak yetersiz ve yanıltıcı, Karpat”a göre. Öyle olmuş olsaydı, Asya ve Afrika”nın birçok yerinde oturan ve 19. Yüzyıl”da devletlerini kurmamış Müslümanların da Osmanlı devletine sığınmaları lazım gelirdi. Öyle olmadığı gibi fiilen oldukça geniş yerel otonomiye sahip yerlerde, bilhassa Arapça konuşulan bazı bölgelerde ayrılıkçı eğilimler çok güçlü biçimde hissedildi. “Müslümanlığın bu insanlara ortak bir kimlik vermesine rağmen, onların bir arada yaşamalarını sağlayan asıl güç, Osmanlı devletinin tebaası olarak Osmanlı siyasi kültürünü benimsemeleri ve ortak bir hukuk düzenini ve bu düzenin yarattığı ortak değerleri ve tutumları paylaşmalarıdır. Bu düzenin ortaya çıkışında ortak aile hukuku birinci sırada yer alır… Ortak bir aile yapısına ve hukukuna sahip olmak, göçmenlerle, Anadolu”da yaşayan halkın birbirine kaynaşmasını kolaylaştırmıştır. Gerçekten de ortak bir aile anlayışı, bir Boşnak”ın bir Türk”le, Çerkez”in Kürt”le, Giridi”nin (çoğu Rum”dan dönme) Laz”la, Pomak”ın Arnavut”la evlenmelerine imkân vermiştir. Doğan çocuklar babalarının kökenini unutmamışlar; bununla beraber ilk kuşak, kendisini Müslüman-Osmanlı, ikincisi Müslüman-Türk ve nihayet üçüncüsü Türk olarak görmüştür… İşte Türkiye”de insanları birbirine bağlayan ve diğer toplumlardan ayıran, bu ortak tutum, davranış ve psikolojik yapıdır ki, onu Türklük olarak adlandırıyoruz.”
Kemal Karpat, Müslümanlık, Osmanlılık ve Türklük arasındaki geçişi çok kolay kılan analizini, “Türk” adının tarihsel olarak “Müslüman” anlamına gelmesi ve Türkçe”nin bir “lingua franca” olması tespitleriyle pekiştiriyor. “Buradaki “Türk” ne Orta Asya “Türk”ü ne Osmanlı döneminde 1830″lara kadar hor görülen köylü “Türk”tür, göçlerin ve sosyo-ekonomik, kültürel değişimlerin kaynaşmasından doğan yeni bir Türk yani bugünkü Türkleri oluşturan Kırımlılar, Kafkaslılar, Balkanlılar, Kürtler, Lazlar vs. yanında köyden şehre göç edenlerin karışımından ortaya çıkan insandır.”
Karpat”a göre, 1932″de “hars”ı savunan Türk Ocakları”nın kaldırılarak yerine Halk Evleri”nin kurulması, millet anlayışını tarih-kültür ekseninden çıkarttı, Türk kimliğindeki sürekliliği bozdu. “Kimlik ve millet konularını yeni bir şekilde ele alarak bunları dış modellere göre ayarlama yolu”na girildi. 1932″de bu yola girilmeseydi ve. II. Abdulhamid modernleşmesinin ve II. Meşrutiyet”in açtığı demokratikleşme süreçleri takip edilebilseydi, her şey daha farklı olacaktı.
Hoca”nın engin bilgi birikimine dayalı, muazzam bakışından etkilenmemek imkânsız. Karpat Hoca, bu topraklarda sanılandan çok daha güçlü, ortak inancı çok aşan bir sosyolojik bütünlük bulunduğu tespitinde çok haklı. Buradan kalkarak yeni tezler geliştirmek mümkün. Ama maalesef, tarihsel bakışta “keşke”lere yer yok ve Hocanın atladığı önemli bir husus var. Devam edeceğiz.
Kaynak: Yeni Şafak