Taveo ya da iyilik kazanacak
Kadim dünyada, âlimler, hâkimler, arifler vardı; bilgi ve marifet sahibi insanlar, günümüzün entelektüellerinden hayli farklıydılar. İnsanlar hayatlarını ortak bir yaşam kültürünün içinde sürdürürlerdi. Sanat ve zanaat ayrımı pek keskin değildi; anlatı ustaları daha çok sözlü kültür dairesinde hareket ederlerdi. Şiir ve musiki hep vardı ama geleneksel zamanlarda işlevleri bugünkünden hayli değişikti.
Modernlikle birlikte önce batıdan başlayarak her şey hem de radikal biçimde değişti. “Akıl ve idrakle bağlantılı kimse” manasına gelen entelektüel, batıda 19 yy. da ortaya çıktı, Aydınlanmanın etkisiyle olsa gerek, modernliğin yeni dünya görüşünü, sözüm ona ışığını herkese yaysınlar diye entelektüellere “aydın” (enlightened) da dendi. Tüm bu süreçlerin yansıması olarak, önce “ışıklı” manasındaki Arapça “münevver” 1920’lerde, daha sonra 1930’larda “aydın” kavramı, yeni sınıfı tarif etmek için kullanılmaya başlandı. Her iki kelimenin de maksadı batıdakiyle aynıydı; halkı yeni dünyanın, yaşam kültürünün gerekleri konusunda aydınlatmak…
Modern kültür, tüm dünyada hızla yayıldı, “kadim” olan ne varsa sildi süpürdü, ayakta kalmayı başaran geleneksel unsurları da kendine tabii kıldı. “Burjuva” dünya görüşüne uygun olmayan yaşantılar, tarzlar, “aşağı sınıflara, halka ait” diye küçük görüldü. İnsanların yaşam kültürüne ve dünyanın modern olmayan coğrafyalarına öylesine aşağılayıcı şekilde bakıldı ki, proletaryanın, halkın kültürüne sahip çıkan anlayışlar, iktidar arayışları ortaya çıktı. Bu karşı çıkışlar, işi “sosyalist blok” inşasına kadar vardırdılarsa da en nihayetinde modernlikte birleştikleri için sonunda pes ettiler. Sonrasında şimdi içine gark olduğumuz, katı olan her şeyin buharlaştığı, anlam ve değerlerin silindiği o adlandırılamaz akışkan dünya çıkageldi.
Modernlik her yere gittiği gibi, batının burnunun dibinde bulunan bize de uğradı, ne uğraması geleneksel bentlerimizi yıkarak istila etmeye kalktı. Ama kültürümüz, özellikle İslamiyet kaynaklı inançlarımız öylesine güçlüydü ki, tam teslim olmak yerine, parçalandık, metamorfoza uğradık ama yıkılmadık. “Kendimize özgü modernleşme” yolunu seçtik. Hala o yolda ilerliyoruz ama kabul etmeliyiz ki, hem asla modernleşmeyecek yanlarımız olması hem de geç ve hızlı modernleşme mecburiyetimiz kaba saba, tuhaf manzaralar çıkardı.
Modernleşmenin bizi tam olarak teslim alamayacağını, tam tersine modernliğe direnen yanlarımızın onun olumsuz yanlarına karşı panzehir olabileceğini düşündüm hep. Tuhaf manzaralara rağmen hala öyle düşünüyorum. “Dünya beşten büyüktür” mottosu ve “adil bir dünya” çağrısı beni de çok heyecanlandırıyor. Doğrudur; güç mücadelesinde onlardan geri kalmamak, silahlanmada, sanayi ve enerjide sağlam durmak zorundayız. Tüm olup bitenleri, bilim ve teknolojideki gelişmeleri bilmek ve onların yaptıklarını aynen yapmasak bile, gerektiğinde hemen yapmaya muktedir olmak durumundayız. Ama bu dünyanın tek derdi, güç mücadelesi ve adaletsizlik değil ki! İnsan-insan ve insan-tabiat ilişkileri açısından da berbat durumda… Sorunların kökeni, ta aydınlanma dönemine kadar gidiyor, zira “hakikat”, “kutsal”dan o dönemde arındırıldı; “iyi-güzel-doğru” bağlantısı o dönemde koptu.
Bizim asıl gücümüz, adil bir dünya çağrısı yapmanın yanı sıra, kadim değerlerin mirasının burada hala canlı olmasından kaynaklanıyor. İnsanları, halkları adil bir dünyanın yanı sıra “yeni bir aydınlanma”ya, “iyilik kültürü”ne biz çağırabiliriz. Onlar, adaletsizliği ayyuka çıkmış bu dünyaya, “insan-sonrası” (post-human) diye zalim bir teorik kılıf daha geçirmeye çalışırken biz insanlığı, iyinin, güzelin ve doğrunun “kutsal” ile bağlantısını yeniden kurmaya, adil ve insana yaraşır bir dünya kurulana, teknolojik akla eleştirel-etik akıl ve vicdan eklenene kadar mücadeleye davet edebiliriz. Batıda sesleri giderek cılızlaşan muhaliflere, iyilere dayanışma elimizi uzatabiliriz. Lakin iyiliği egemen kılmak, kötülükten sakındırmak için her yerde çabalayan, davranışları ve yaşama tarzlarıyla, insanları davet ettiğimiz dünyanın somut-canlı-yaşayan örnekleri olan öncüler olmadan sadra şifa tek bir adım bile atmış olmayız. Modernliğin “aydın” tanımını reddeden, iyiliğin zaferi için uğraşan münevverlere ihtiyacımız var.
Cengiz Madenci’nin kaleme aldığı, dört yaşında Ugandalı bir çocuğu kurtarmak için “Yeryüzü Doktorları” gönüllülerinin insan-üstü gayretlerini anlatan “Taveo” (Motto Yayınları) kitabını okurken çağrıştı tüm bunlar. Rengine, inanç farklılığına bakmaksızın, insanlık ve iyilik adına ayağa kalkan, yeryüzünün her köşesine koşmaya çalışan hekimlerimize, sağlık çalışanlarımıza selam vermek istedim. Her cephede yarışan, adalet için çabalayanlara bir kez daha teşekkür etmek ama onlara “Yeryüzü Doktorları” gibi bir “iyilik ordusu” olmaksızın kazanamayacağımızı hatırlatmak istedim.
Kaynak: Yeni Şafak