Temel güven
Güven, bir his, bir algı, bir inanç ve bir ilişki veya davranış olarak birçok biçimde tarif edilebilir. Bunların her biri güvenin bir veçhesini yansıtıyor.
Kanaatimce güvenin farklı veçheleri arasında bazı ortak yanlar bulunuyor. Bunlar, sözünde durmak, bilerek kimseye zarar vermemek ve emanete hıyanet etmemek…
Güven, birçok dilde esasen iki büyük anlam öbeğini barındırıyor. Onunla hem itimat ve emaneti (trust) hem asayis ve emniyeti (safety) kast ediyoruz. Ama ilginç biçimde, Eski Türkçe’de “güvenmek”, hemen hemen övünmek ile aynı anlama geliyormuş ve 19. yüzyıla kadar bu şekilde olumsuz bir manada kullanılmış. İtimat ve emanet manasında “güven”, asayiş ve emniyet manasında “güvenlik” kelimelerinin dilimize girmesi daha sonra. Peki, Eski Türkçe’nin dağarcığında güvenin yerine hangi kelimeler vardı? İnanmak ve ummak… Ummak da biraz şüphe var: “Senin beni hayal kırıklığına uğratmayacağını umuyorum”. İnanmak da ise güvenin dozu hayli yüksek. Mesela her şeyin itimat edilebileceği, mutemet adamlara evvel zamanlarda Türkler “inanç bey” diyorlardı. Kendi adıma, toplumumuzun güvenle ilgili halini analiz edebilmek için dilimizdeki bu anlam değişimini çok önemsiyorum.
İnsan, aynı anda hem bireysel hem grup varlık, bu hususiyetlerini birbirinden ayırmamıza imkân yok. Bir topluluk yaşantısından söz edebilmemiz belli ölçülerde birbirine güvenen insanlar olması lazım. Aynı şekilde kendimize güvenimiz olmasaydı, topluluk içine çıkamazdık. İnsanın kendine güvenmesi olmazsa olmaz nitelikte ama başkalarına güven, başkalarının da sana güvenmesi en az onun kadar önemli. O yüzden olsa gerek, Abraham Maslow’un meşhur ihtiyaçlar hiyerarşisinde fiziksel ihtiyaçlardan sonra güven ikinci sırada geliyor. Güven hissi, sevgiden, saygıdan bile daha mühim… Güvensiz ortamlarda hem kendimizi algılamamızda hem başkalarıyla olan bağlarımızda yaralar açılıyor, büyük hasar ortaya çıkıyor…
“Güven” deyip geçiyoruz ama güvenin dereceleri ve çeşitleri var. Bazı durumlarda bazılarına daha az, kimilerine daha çok güveniyoruz. Bir kimseye bir alanda güvenmemiz ona her konuda aynı şekilde güven duyduğumuz anlamına gelmiyor. Bir insanın başkasının malına el uzatmayacağından emin olabiliriz ama aynı şeyi mevki-makam için başkasının ayağını kaydırmayacağı konusunda söyleyemeyiz. Bunlar genel bilgi ama ben yine de bir kişinin ahlaki yapısının toplu halde değerlendirilmesinden yanayım. “Delikli peynir” gibi bir ahlaki yapıya sahip olan, ancak bazı hususlarda güvenebileceğimiz bir kimsenin, ileride ya da şu veya bu teklif karşısında o güvendiğimiz alanlar da su koyuvereceğini mutlaka hesaba katalım diyorum.
Aile ve akrabalarımıza daha çok güveniyoruz. Elbette aksi durumlar var, mesela kardeş rekabeti kimi zaman insan ilişkilerinin en dehşetengiz boyutlarına ulaşabiliyor ama onlar istisna, esas olan yakınların birbirine güvenmesi. Aramızda kan bağı bulunan yakınlarımıza güvenmemiz, büyük ihtimal benzerliğin güven inşasında çok önemli bir unsur olmasıyla ilgili. Birçok çalışma, kendimize benzeyenlere daha çok güvendiğimizi gösteriyor. Etnik ve dini kolektif kimlikler, bu benzerlik sayesinde oluşuyor. Ama bence temel güven ortamını da benzerlik ilkesine ilave etmek lazım. Güvenin kendisini de kimlere güvenmemiz lazım geldiğini de yetiştiğimiz temel güven ortamlarında hayatın içinde sınayarak öğreniyoruz.
İnsan ömrünü sekiz çağa ayıran psikanalist Erik Erikson ilk çağımızın iki yaşına kadar süren “temel güven çağı” olduğunu, bu çağdaki güven-güvensizlik krizinin aşılamaması halinde ömrün sonraki zamanlarında birçok sorunun ortaya çıkacağını söylüyor. Katılıyorum sadece ben değil psikolojiden biraz anlayan herkes bu fikre katılıyor. Erikson sonrası psikolojik gelişim teorisyenleri de bir biçimde ilk yaşlardaki yetişme ortamının kişilik gelişimindeki önemine işaret edip durdular.
Fark etmişsinizdir “temel güven”de daha önce saydığımız unsurlardan ayrı olarak bize her halükârda bakım ve sevgi verileceği de var. Benzerlerimize ve yakınlarımıza daha çok güvenmemizde “temel güven ortamının da payı var” derken bunu kastediyorum, hini hacette yanımızda olacaklarına ve bize her türlü bakımı vereceklerine inanıyoruz çok güvendiğimiz kimselerin. Dikkatinizden kaçmamıştır, bu misyonu daha sonra devlet üstleniyor; yani devletin oluşumunda ve işleyişinde en yakınlarımızdan ona aktardığımız temel güvenin psikolojik rolü çok önemli gibi görünüyor. Eğer öyleyse devlete neden “ana” dendiğini şimdi daha iyi anlayabiliriz. Ama sadece devletin analığını değil, adalet ve emniyeti sağlayamaması halinde devletin bizi nasıl hayal kırıklığına uğratacağını da…
Kaynak: Yeni Şafak