Türk Ocakları’ndan Halk Evleri’ne
Büyük şairler, zihnimize kazıdıkları dizeleriyle hatırlanırlar. Kimimiz şu kimimiz bu dizesini söyler dururuz. Büyük düşünürler de zihnimize attıkları çentiklerle, fikir dünyamıza yaptıkları katkılarla… Aynı ana dile doğmaktan gurur duyduğum insanlardandı Karpat Hoca. Kitaplarını milletine bağlı, derinden anlamaya ve anlaşılabilir biçimde anlatmaya bir münevverden öğrenmenin şevkiyle okudum. Türk kimliğiyle ilgili bir fikri vardı ki, ilgi alanlarımız açısından asla kayıtsız kalamayacağım ya kabul edip ya karşı çıkmam gereken şiddette tesir etti bana. Sizlerle onun beni en çok etkileyen bu fikrini paylaşmak istiyorum.
Büyük alimlik, kendini daha ziyade cevap vermeye çalıştığı sorularla belli eder. Gerisi kolaydır, soru varsa cevap vardır… Viyana Bozgunu’ndan başlayarak Osmanlı’nın son dönemlerinde ivme kazanan ve günümüze kadar süren göç dalgalarında milyonlarca Müslüman’ın bugünkü Türkiye topraklarına sığınıp yurt edinmesi sürecini araştıran Karpat Hoca, şu soruyu sorar. “Bu kadar farklı dil gruplarına ayrılmış, iklim ve coğrafya bakımından olduğu kadar sosyal yapı bakımından da birbirinden çok farklı bölgelerden olan bu insanları Osmanlı devletine ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ne çeken güç ne olabilir?” Ve ilave eder: “Bunun ötesinde daha önemli olan soru şudur: Bu kadar farklı etnik gruplara ve dil gruplarına ayrılmış bu insanları bir arada yaşatan, aralarında anlaşma ve tesanüt (dayanışma) sağlayan güç neydi ve nedir?” Ona göre ilk bakışta bu sorunun cevabı tartışmasız biçimde Müslümanlık olarak görünse de bu çekim gücünü yalnızca “din” faktörüyle açıklamaya çalışmak yetersiz ve yanıltıcıdır. Öyle olmuş olsaydı Asya ve Afrika’nın birçok yerinde oturan ve 19. Yüzyılda devletlerini kurmamış Müslümanların da Osmanlı devletine sığınmaları lazım gelirdi. Öyle olmadığı gibi fiilen oldukça geniş yerel otonomiye sahip yerlerde, bilhassa Arapça konuşulan bazı bölgelerde ayrılıkçı eğilimler çok güçlü biçimde hissedilmiştir. “Müslümanlığın bu insanlara ortak bir kimlik vermesine rağmen, onların bir arada yaşamalarını sağlayan asıl güç, Osmanlı devletinin tebaası olarak Osmanlı siyasi kültürünü benimsemeleri ve ortak bir hukuk düzenini ve bu düzenin yarattığı ortak değerleri ve tutumları paylaşmalarıdır. Bu düzenin ortaya çıkışında ortak aile hukuku birinci sırada yer alır… Ortak bir aile yapısına ve hukukuna sahip olmak, göçmenlerle, Anadolu’da yaşayan halkın birbirine kaynaşmasını kolaylaştırmıştır. Gerçekten de ortak bir aile anlayışı, bir Boşnağın bir Türkle, Çerkezin Kürtle, Giridinin (çoğu Romdan dönme) Lazla, Pomağın Arnavutla evlenmelerine imkan vermiştir. Doğan çocuklar babalarının kökenini unutmamışlar; bununla beraber ilk kuşak, kendisini Müslüman-Osmanlı, ikincisi Müslüman-Türk ve nihayet üçüncüsü Türk olarak görmüştür… Ortak din ve sosyal kuruluşlar, ortak Osmanlı siyasi kültürü ve Osmanlı otoritesi ve bu otoritenin tek bir merkezde (İstanbul) toplanması ve sultanın şahsında soyutlanması, Kafkasya, Rumeli ve Anadolu’da yaşayan Müslümanlara kendilerine mahsus etnik bir kimlik vermiştir. Bu kimliğin ismi Osmanlılık ve Türklüktür… Altı yüzyıl içinde oluşan bu kültür, Osmanlı devleti ortadan kalktıktan sonra da günümüze kadar gelmiştir. İşte Türkiye’de insanları birbirine bağlayan ve diğer toplumlardan ayıran, bu ortak tutum, davranış ve psikolojik yapıdır ki, onu Türklük olarak adlandırıyoruz.”
Karpat Hoca, Müslümanlık, Osmanlılık ve Türklük arasındaki geçişi çok kolay kılan analizine, “Türk” adının tarihsel olarak Rumeli’de ve Avrupa’da “Müslüman” anlamına gelmesini ve Osmanlı döneminden itibaren Türkçe’nin bir “lingua franca” olmasını da ekliyor. “Türkçe, modernleşmenin aracı olduğu kadar sosyo-politik değişimlerin yarattığı tepkilerin, yani değişmekte olan toplumun dış ve iç kimliklerin sözcüsü olmuştur… Buradaki ‘Türk’ ne Orta Asya ‘Türk’ü ne Osmanlı döneminde 1830’lara kadar hor görülen köylü ‘Türk’tür, göçlerin ve sosyo-ekonomik, kültürel değişimlerin kaynaşmasından doğan yeni bir Türk yani bugünkü Türkleri oluşturan Kırımlılar, Kafkaslılar, Balkanlılar, Kürtler, Lazlar vs. yanında köyden şehre göç edenlerin karışımından ortaya çıkan insandır.”
Karpat Hoca’ya göre, 1932’de “hars”ı temel kültür olarak savunan Türk Ocakları’nın kaldırılarak yerine “Halk Evleri”nin kurulması, millet anlayışını tarih-kültür ekseninden çıkarttı, Türk kimliğindeki sürekliliği bozdu. Ona göre 1932’de bu yola girilmemeliydi. “Aslında yapılacak iş, göçlerin etkisini doğru değerlendirmek, II. Abdulhamid modernleşmesinin ve II. Meşrutiyet’in açtığı demokratikleşme süreçlerini, sosyo-kültürel, ekonomik bir çerçeve içinde geniş olarak değerlendirmek, bundan sonra Milli Mücadele’nin getirdiği milli ve sınırları belli bir Türkiye’nin ondan evvelki gelişmelerin bir sonucu olduğunu anlatmaktır.”
Bu görüşleri savunmak zorunda değilsiniz. Ben de baştan karşı çıktım, Hoca’yı geç-modernleşmenin etkilerini görememekle eleştirdim. Ama Kosova’yı görüp tanıyınca, ne demek istediğini daha iyi anladım. Mekânı cennet olsun.
Kaynak: Yeni Şafak