Umut, fakirin değil hepimizin ekmeği
Umut, Türkçe “um” fiilinden türetilmiş, Dede Korkut Kitabı’nda dahi görülen bir kelimemiz. Farsçası, ümit; iki kelimenin benzerliği, aralarında güçlü bir etkileşimi akla getiriyor ama henüz ispat edilmiş değil. Günümüz Türkçesinde hem umut hem ümit yer alıyor. Umudun Arapça karşılığı ise dilimize çok şık biçimde “rica” olarak ve biraz anlam kaymasına uğrayarak alınmış olan “reca”… Rica’nın kendine özgü kullanımına ek olarak gerek umut gerek ümit, gündelik dilimizin en sık kullanılan sözlerinden… Her iki kelimeyi de hem kızlara hem erkeklere ad diye sıkça veriyoruz. “Umudunu kaybeden her şeyini kaybeder”, “Umut fakirin ekmeği”, “Allah’tan umut kesilmez”, “Çıkmadık canda umut vardır” gibi ifadeleri dilimizden kaldırsak Türkçe aksamaya başlar…
Umut, dilimize yerleşmiş halleriyle bize her zaman kendini hatırlatıyor olsa da sağlık ve psikoloji profesyonellerinin yeni yeni ilgisini kazanabilmiş. O da yine Batılı bir ekol olan Pozitif Psikoloji’nin etkisiyle. Tıbbi ve psikiyatrik rahatsızlıklarla mücadelede umudun ne denli önemli olduğunu, depresyondaki umutsuzluğun insanı ne hale getirdiği hep bilinse bile, umut taciri olmak ve dertliyi boş yere umutlandırmak korkusuyla olabildiğince uzak durulmaya çalışılmış. Umutsuzluğun hastalıkların ortaya çıkışındaki rolünü ise hesaba dahi katmamışız. Söylediğim gibi, psikolojik bilimlerin bugüne kadar ihmal ettiği insanın, hayatın müspet yanlarını ortaya koymaya ve onlardan yola çıkarak zor durumda olanlara yardım etmeye çalışan Pozitif Psikoloji sayesinde şimdi umut konusuna daha çok dikkat ediyor, umudu ölçmeye, araştırmaya, tedavi uygulamalarımıza katmaya çalışıyoruz. Zira umut, hem iyi olma, kendimizi iyi hissetmemizle (well-being) hem de psikolojik sağlamlıkla (resilience) çok yakından bağlantılı. Ayrıca örgütsel ve toplumsal araştırmalarda yenice üzerinde durulan “psikolojik sermaye”, “sosyal sermaye” alanlarında umut, en kıymetli hazineyi oluşturuyor. Yapabilirsem inşallah burada da bir süre umut eksenli yazılar yazmaya, bu konudaki bakışımızı berraklaştırmaya çalışacağım.
Umut da var olduğundan en az adımız kadar emin olduğumuz ama iş tarife gelince aciz kaldığımız kavramlardan. İlahiyattan felsefeye, psikolojiden akıl hastalıklarına beşerî bilimlere ve edebiyata her yere uzantıları var. Hani bir türlü psikolojik bakımdan normal ve sağlıklı olanı biliyor ama kendisini değil de “anormal”i anlatarak anlatmaya çalışıyoruz ya, umudu da daha ziyade umutsuzluk hallerine bakarak tarife yelteniyoruz. Umudun ne olduğuna değil de ne olmadığına odaklanarak, bekleyişten ve arzudan farklarına bakarak daha rahat ediyoruz. Ancak edebiyatla, fenomenolojik olarak görüp sezinlediklerimizi anlatıya dönüştürerek yanına sokulabiliyoruz.
Nietzsche’nin cümleleriyle umudu anlatmaya koyuluyor İtalyan varoluşçu psikiyatr Eugenio Borgna: “Umut, aceleci ve apansız hayat deresinin üzerine atılmış gökkuşağıdır, köpükler onu yüzlerce kez yutar ama o, hep yeniden belirir. Dereyi, tam da yabani yabani, tehlikeli tehlikeli gümbürdediği yerde, o narin ve güzel atılganlığıyla sürekli aşar.”
Umut konusunda üzerinde en çok anlaştığımız hususlardan biri, onun şimdiki zamandan ve geçmişten daha çok geleceğe dönük oluşu. Ama bu demek değil ki onu şimdinin içinde hissetmiyoruz, geçmişle hiçbir bağlantısı yok. Tam tersi umut, şimdi ve buradaki halimizin başköşesine oturmuş vaziyette ama gelecekle olan bağlantısı nedeniyle bizi ileriye doğru ittiriyor, teşvik ediyor. İlk bakışta sanki hafızayla karşıt bir işleyişi var. Hafıza, geçmişin çocuğu ve hesap tutucusu iken umut, kendini mütemadiyen geleceğe doğru sarıyor gibi. Ama umut, hafızayla sıkı sıkıya rabıtalı, geçmişteki emek ve hatırlama, umut ağacının çırası. Emek verdiğimiz, duygularımızı yatırdığımız alanlar, geçmişte mutlu anlarımızın hafızamızda bıraktığı izlerin hatırlanması, şimdiki umudumuzun en önemli ateşleyicileri.
Borgna, geçmişin külleri arasında umudun nasıl saklandığını bulmak için elindeki çubukla deşelerken Augustinus’un şu sözlerine rast geliyor: “Mutlu yaşam insanların hepsinin arzuladıkları şey değil midir? Mutlu olmayı istemeyen kimse var mıdır? İnsanlar mutluluğu bu kadar arzuladıklarına göre onu bir yerde tanımış olmalılar. Mutluluğu sevmeleri için onu bir yerde görmüş olmalılar…” Bu sözler, beni ışık hızından çok daha süratli bir biçimde, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın şahsında hepimizin rüşeym halinde bulunduğumuz cennetteki günlerimize götürüyor. Asıl vatanımız cennetten, işlenen bir günah nedeniyle yeryüzüne gönderildiğimizle ilgili kıssayı hatırlıyorum. Her türlü sıla özleminin, nostaljinin nedeni gerçek yurdumuza duyduğumuz özlem olduğu şeklindeki görüşlere…. Bu hatırlama, umudu hep gelecekle birlikte ele alan fikirlerimi ters yüz ediyor, varoluşumuzdaki temel umut, yeniden cenneti arzulamamız olmasın sakın diye düşünmeye başlıyorum.
Kaynak: Yeni Şafak