Erol Göka: Umut ve inanç kardeştir
Umut, varoluşsal enerji kaynağı, manevi cesaret, güçlü bir niyetlenme, insan çabasının ayrılmaz teşvikçisi, aktif bir adanmışlık, hayata bağlanma sebebi, çaresizin oksijeni, mümküne duyulan tutku, ulaşma düşüncesinin eşlik ettiği bir iştah ve daha fazlası gibi tanımlanmaktadır. Öte yandan en büyük hayal kırıklıklarının da nedeni, yerine göre mutluluğu geleceğe saklama sebebi, acıyı uzatan işkenceci, ayyaşın elindeki şişe, karanlık ve sonu bilinmeyen bir tünelde yürümeye devam etme nedeni, daha fazla eziyet çeksin diye kurbanının başının üstünden bir kova su döken işkenceci gibi de görülmektedir. Umudu siz nasıl tanımlıyorsunuz ve hayatımızda onu nasıl konumlandırıyorsunuz?
Öncelikle umutla ilgili konusunda kafa karışıklığımızın nedeninin batı düşüncesi olduğunu söylemeliyim… Umudu, gerçeğe gözünü kapamak, ham hayalle avunmak gibi tanımlaya gelmişler Eski Yunan’dan beri. Umudu çoğu zaman iyimserlikle karıştırmışlar, onu Nietzsche’nin sözleriyle “zayıflara yakışan bir öğreti” olarak nitelemişler. Bu bakış, bir bakıma umudu hiç anlamamak demektir. Umudu, eziyet ettiği kişinin hemen ölmemesi daha çok işkence çekmesi için başına bir kova su dökülmesine benzetmek bu idraksizliğin açık ispatıdır. Umut, zulümle, eziyetle yan yana konulamaz. Umutlanmak, henüz doğmamış, gerçekleşmemiş, ortaya çıkmamış olana, çaresizliğe kapılmadan hazırlıklı olmak demektir. Nasıl arzulanan, talep edilen her şey bittikten sonra geri kalan şey gerçek arzu ise, hakiki umut da tüm umutlar boş çıktıktan sonra geriye kalandır. Bizi hayatın zorlukları karşısında ayakta tutandır, kaygının karşısına çıkıp baş etmeye çalışmamızı sağlayandır. Umutsuzluğa düşmüşken gelen rüzgârın esintisidir, tam bitti dediğimiz yerde, hayat enerjimizi yeniden alevlendiriveren kıvılcımdır. Sanki umut, insanın kendisini sevmesi gibidir. Kendimizi sevip kendimize saygı duyduğumuz sürece umut akışı sürer. Günlük umutlanmalar, bu akışın kendisini ifade ettiği, somutlaştığı hallerdir. Umut, bizim henüz göremediğimiz, şimdi daha gerçekleşmemiş olanı bir anda görüverir ve bize de ikna edici bir biçimde gösterir. Öyle ki “umut ediyorum o halde yaşıyorum” ya da “yaşıyorum o halde umut ediyorum” desek yeridir.
Ama kabul etmeliyiz ki “umut” konusu çok zor ve karışık. Henüz umudun tam olarak ne olduğu konusunda bile bir fikir birliğimiz yok. Onun bir his, bir duygu olduğunu söyleyen de var; bir durum, bir hal, bir inanç diyen de… Evet, umut bir arzu türü o kesin. Ama belli bir hisle ve duyguyla tarif edilemeyecek kadar da karışık. Belli bir his yaşantısı içinde olmadan da insan umut besleyebilir. Umut, en çok vaat ve niyete benziyor, bir histen ziyade bir eğilimi andırıyor. İnsanın potansiyellerini göreve hazır biçimde tetikte tutan bir eğilim…
Tüm bunlar nedeniyle önceleri umudu belli olaylar ve durumlarda ortaya çıkan gelip geçici bir yaşantı değil; hayat şekli, alışkanlık, sürekli yinelenen bir erdem olarak görme eğilimindeydim. Bir süredir onu tıpkı kaygı gibi insani varoluşumuzun zemin mizaçlarından biri olarak görüyorum. Sanki olumsuz tüm hissiyatımız kaygıdan, olumlu hissiyatlarımız ise umuttan köken alıyor gibi…
Umut konusunda Türkçe yazılmış pek kitap yok. Yanlış görmediysek sizin “Yalnızlık ve Umut” kitabınız da bu konuda bir ilk gibi görünüyor. Umutla ilgili kitap yazma düşünceniz nasıl ortaya çıktı ve ruh sağlığı profesyonellerinin umuttan uzak durmalarını nasıl açıklıyorsunuz?
“İnsanın kaygı ve umut arasında olduğu”nu bilmekle yetinmeyip bu hakikati gerek kendi hayatımdan gerek danışanlarımdan yaşayarak öğrendiğimden beri umut konusuna kafa yoruyorum. Öyle sanıyorum ki, başta ruh sağlığı profesyonelleri hepimiz yoruyoruz ama batı külliyatında umutla ilgili sözünü ettiğim olumsuzluk nedeniyle buna cesaret edemiyoruz. Çok ilginç değil mi, psikopatoloji, özellikle depresyon literatürü “umutsuzluk” ile dolu ama kimse çıkıp “peki, bunun tersi nedir, umut ne demektir ve onu korumak için ne yapmamız gerekmektedir?” diye sormuyor. Ama Pozitif Psikolojinin devrimci çıkışından sonra bu konudaki çalışmaların daha da artacağını söyleyebilirim. Hele birileri psikolojik dayanıklılık ile umutlu olmak arasındaki bağı gösterirse, umut araştırmalarına tam bir hücum yaşanacaktır. Kitabım, başlangıçta yalnızlık ve ondan kaynaklanan varoluşsal çaresizlikler üzerineydi. Buradan çıkış yolunu göstermek için umut kendiliğinden ve doğrudan doğruya gündeme geldi: “Yalnızlıkla birlikte yabancılaşmayı, can sıkıntısını, umutsuzluk ve mutsuzluk hallerini ele aldık. Onların her biri insanın modernlikle iyice görünür hale gelmiş olan varoluşsal çaresizlikleri. Felsefeden, düşünce dünyasından psikolojiden bu hallere nasıl yaklaşıldığını göstermeye çalıştık. Kuru kuruya laf üretir pozisyona düşmemek için zor durumdaki kimselere, yalnızlara, mutsuzlara somut önerilerde bulunmaya gayret gösterdik. Asıl çözümümüz, insanın varoluşsal potansiyeline, özleme işaret etmek, unutulan umut psikolojisini yeniden canlandırarak yaralara merhem olmaya çalışmaktı.
Umudun ne olduğuna ve bizi niye ve nasıl ayakta ve diri tuttuğuna dikkatimizi yoğunlaştırdık. İsteksizliğin her zaman arzu ve isteği yenilgiye uğratacağını, asıl felaketin umutsuzlukla birlikte başlayacağını çünkü umutsuzluğun bizi uçurumun dibinden alıp çıkaracak kudreti taşıyan, en temel varoluşsal enerji sağlayıcımız olan umudu tüketeceğini anlatmaya çalıştık. Kierkegaard’ın “ölümcül hastalık” dediği umutsuzluk, İslamiyet’te en karşı çıkılan hususlardandı. Her şeyimiz elimizden alınsa dahi umut bizi yeniden hayata bağlayabilirdi.
Umut, içimizde bulunmaz bir cevherdi, ama gerçekten ışığımız olabilmesi için psikolojimizin, nefsimizi uygun menzillere yöneltmesi de şarttı. Kitabın sonunda biz de umudun menzillerine yöneldik. Empatiyi, hoşgörü ve affetmeyi, psikolojik sağlamlığı, güven ve özgüveni ezcümle mutlu ve tevazu içindeki halis muhlis insanı anlatmaya çabaladık.”
Kendinizi umutlu-ümitvar bir kişi olarak değerlendiriyor musunuz? Eğer öyleyse umudunuz kaynağı nedir?
Şüphesiz öyleyim. En büyük duam, umut pınarlarımın kurumaması, hayata tutunma, daha iyi insan olma şevkimin hiç azalmamasıdır. Bir sır vereyim, son tahlilde umudun söze dökülmüş ve dökülmemiş “dua” olduğunu düşünüyorum ve çok dua ediyorum. Kaynağım insan olmamdır; ömrümü bir lütuf olarak görmem, daha çok insan olmak için hayata tutunmaya, dört elle sarılmaya çalışmamdır. Umudun kaynağını teorik olarak soruyorsanız biraz önce de söyledim, önceleri onun kalp kökenli ve merhamet kaynaklı bir erdem olduğunu düşünürken son zamanlarda ontolojik bir mizaç özelliğimiz olduğunu sanıyorum. Elbette her hâlükârda umut zemininin her insanda bulunduğunu söylemiş oluyorum. Daha kaygılı, endişeli olanlarda umut zemini biraz köşeye doğru itiliyor, sıkıştırılıyor ama var. Ona hayatımızda yer açıp açmamak bizim elimizde…
Umut sahip olmaya değer bir duygu mudur?
Umutsuz yaşanmaz! Bütün araştırmalar, intiharların umutsuzlukla bağlantılı olduğunu gösteriyor. Yaşıyorsanız umudunuz vardır ama hemen şuracıkta ama Kaf Dağının ardında…
Arthur Schopenhauer “Umut, yaşamı anlamlandırır. Umut olmadan yaşam anlamsız ve bir o kadar da değersizdir” diyor. Umut anlam ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Umutsuzluk, bir anlam olmadığına dair bir duygu bir nihilist bakış açısı olarak değerlendirilebilir mi?
Kitabımda umut-anlam ya da tersi umutsuzluk-anlamsızlık irtibatı yeterince yer almıyor, sadece iç-dünyamızdaki “ideal-anlam-umut sisteminden bahsediliyor, şöyle deniyor: “Benim tecrübe ve anlayışıma göre, ideal-anlam-umut sisteminin en üstünde manevi alan bulunur. Manevi alanla beslenmeyen, toplumsal olan tarafından desteklenip değer haline dönüşmeyen ideal-anlam-umut sistemi, bir süre başarı ile işlese bile eninde sonunda teklemeye ve arıza yapmaya mahkûmdur. Elbette bunlar benim görüşlerim. Kendimce şöyle bir kanıtım var: En çok canları sıkılan ve can sıkıntısıyla baş etmek için çabalayanlar kimler sizce? Kumardan bungee jumping’e, pahalı zevklerden tehlikeli sporlara velhasıl sözüm ona heyecan üretme ihtimali bulunan her saçmalığa kendilerini atanlar, hak, adalet ve hakikat ile ilgilenmeden sadece maddi olanı, parayı, mevki-makamı, ideal-anlam-umut sistemi için yeterli bulanlar…” Bu temayı, daha sonra kaleme aldığım “Psikoloji Varoluş maneviyat” kitabında daha da ilerlettim ve hayatımıza anlam ve ideal katan değer sistemimize “maneviyat” adını verdim… Evet, tam dediğiniz gibi olduğunu düşünüyorum. Hayatımıza anlam veren, gerektiğinde uğruna öleceğimiz değerler –ki ben bunlara maneviyat diyorum- umudumuzu besleyen pınarlardır. Bu pınarlar kuruduğunda, yaşamımızı değerlerle besleyemediğimizde hayat anlamsızlaşır, umutsuzluk sökün eder.
Güven duymanın, aşkın vs. sağlıklı ve zararlı formları olabildiği gibi umudun da zararlı formları olabilir mi? Umut etmekten vazgeçmek kişiyi özgür kılmaz mı?
Çetrefil olan, batılı düşünürlerin umuttan soğumasına yol açan asıl nokta tam da burası. Dilerseniz umudun faydalı ve zararlı formları diye alt-başlıklar halinde düşünebilirsiniz elbette. Umudun kaygı gibi varoluşumuzun zemininde bulunan bir mizaç olarak nitelenmesi de buna imkân verir. Ama ben kendi adıma umudu, zararlı formlarla bir arada düşünmekten yana değilim. Umudu, insandan, hayattan, tabiattan yana bir hissedişle birlikte ele almanın daha yerinde olduğunu sanıyorum. Bakın bu çetrefil durumu, insanın varoluşsal zemininde hasetin de şükranın da bulunduğuyla hem karşılaştırabilir hem de bağlantılandırabiliriz. Hasete bulaşmış beklentileri, umuttan ziyade haset içinde değerlendirebiliriz. Yine aynı şekilde mesela bir manik hecme sırasında hastanın böbürlenmeci, büyüklenmeci tutumlarını zararlı umut formuyla değil bizatihi hastalıkla ya da son kitabım “Hayat Oyunu”nda ele aldığım kumar davranışında görülen kumarbazın beklentisini sıhhatsiz tutumlarla izah edebiliriz.
Mark Manson, herhangi bir umuda değil, umudun iyi huylu ve sürdürülebilir olanına ihtiyacımız var diyor. Sizce iyi huylu umut nasıl olmalıdır?
Yok, yok bu tanımlamalara katılmıyorum. Benim umudum hep iyi huyludur, hep insandan, hayattan, âlemden, erdemden ve şükürden yanadır. Kötü huylu olanları hasetle, hastalıkla, sıhhi olmayan davranışla adlandırmak daha uygun…
Bugünümüzü belirleyen daha çok geçmiş yaşantılarımız mı yoksa geleceğe ilişkin ülkü ve ideallerimiz mi olmalıdır? Şimdiyi, an’ı yaşama anlamında dengeyi nasıl sağlayabiliriz?
“Umut konusunda üzerinde en çok anlaştığımız hususlardan biri, onun şimdiki zamandan ve geçmişten daha çok geleceğe dönük oluşu. Ama bu demek değil ki onu şimdinin içinde hissetmiyoruz, geçmişle hiçbir bağlantısı yok. Tam tersi umut, şimdi ve buradaki halimizin başköşesine oturmuş vaziyette ama gelecekle olan bağlantısı nedeniyle bizi ileriye doğru ittiriyor, teşvik ediyor.
İlk bakışta sanki hafızayla karşıt bir işleyişi var umudun. Hafıza, geçmişin çocuğu ve hesap tutucusu iken umut, kendini mütemadiyen geleceğe doğru sarıyor gibi. Ama umut, hafızayla sıkı sıkıya rabıtalı, geçmişteki emek ve hatırlama, umut ağacının çırası. Emek verdiğimiz, duygularımızı yatırdığımız alanlar, geçmişte mutlu anlarımızın hafızamızda bıraktığı izlerin hatırlanması, şimdiki umudumuzun en önemli ateşleyicileri.”
Umut bağlamında konuştuğumuz için, kitaptan umut ve zaman bağlantısıyla ilgili satırları hatırlatmak istedim. Zira umudun boş hayallerle, gerçekçi olmayan iyimserlikle ayrılması için bu zaman bağlantısı çok önemli. Sağlıklı insan, umutludur; umutlu insan, geçmişten ve gelecekten kopmadan şimdide yaşar. Geçmişin hatıralarından değerler ve anlamlar çıkartır ve geleceğe doğru idealize ederek yansıtmayı başarır. Umudun ayakları gerçeğe basar.
Amin Maalouf, umutsuz olacağımıza umutta yanılalım diyor. Umudun terk edilmesi boşa çıkmasından daha mı kötüdür?
Ahh, evet, şüphesiz Maalouf’a katılıyorum. Umutlu olmak, başarıyı garanti etmek değildir ki!… Biz umut ederiz, onun için azimle çabalarız ama hayat bu ve biz insanlar hayatın içinde zerreden başka bir şey değiliz. Gerçek, umut, umutların tükendiği yerdedir, asla yaşamaktan, hayata tutunmaktan, değer üretmekten vazgeçmemektir.
Umutsuz kişiyi umutlu, umutlu kişiyi umutsuz yapan nedir? Neden bazı insanlar diğerlerinden daha umutludur? Günlük yaşamda ve klinik pratiğinizde bununla ilgili gözlemleriniz nelerdir?
Çok güzel soru, teşekkür ederim. Benim de cevabım herkes gibi manevi alanı zengin olanlar, hayata daha çok anlam katıp, amaçlarını diğer insanlara da teşmil edip idealleştirebilenler daha çok umutlu. Bu genel ve üzerinde anlaşılması kolay bakışın ampirik olarak da araştırmalarla desteklenmesi gerekli. Bunu yapabilirsek hem umutla ilgili bakışımız kanıtlamış hem de umutsuzluğun önüne geçmek için ne yapmamız gerektiği üzerine yeni düşüncelere imkân vermiş oluruz. Biraz daha teorik çerçeveden sorunuza yaklaşırsam umutlu insanın varoluşçu literatürde “otantik” (halis, hasbi) insana çok benzediğini de söyleyebiliriz. Bu benzerlik umutlu insanın paranoid derebeylerinden ayrılmasının önünü de açar. Umutlu, otantik insan hayatla da insan kardeşleriyle de kaderiyle de barışıktır, daha da önemlisi erdemlidir; sade, mütevazı ve kanaatkârdır. Onun beklentisini başkalarının acıları, çileleri; haset, kıskançlık ve tamahkârlık oluşturmaz.
Gabriel Marcel’e göre, umutsuz kişi için zamanın akmadığını düşünür. O’na göre umutsuz kişi, işlerin hep böyle devam edeceğine, değişmeyeceğine ve düzelmeyeceğine inanır. Bu düşünceler çerçevesinde umutsuzluk, geleceğe ipotek koyma olarak değerlendirilebilir mi?
Umutsuzlukta zaman durur, hayat akmaz, şimdide kalamaz, geçmişin batağına doğru çekiliriz. “Akan su kir tutmaz” diye bir sözümüz var, şüphesiz bu söz, mikrobiyolojik açıdan doğru değil ama varoluşsal açıdan çok doğru. Kendimizi geleceğe doğru aşıramazsak, aşkın varlık oluşumuzun gereğini yapamazsak, içimize doğru çökeliriz, adeta kirleniriz, can sıkıntısı ve peşi sıra depresyon eninde sonunda kapımızı çalar.
Araştırmalar umutla fiziksel sağlık arasında pozitif ilişkiler olduğunu göstermektedir. Umut düzeyi yüksek bireylerin daha çabuk iyileştikleri, kronik hastalıklara daha kolay uyum sağladıkları, fiziksel ağrılarla daha iyi başa çıktıkları gibi bulgular elde edilmiştir. Umudun fiziksel sağlığımıza olan olumlu etkisini nasıl açıklayabiliriz? İnanma ve beklenti gibi umudun iki bileşeni, plasebonun da temelini oluşturuyor olabilir mi?
Müthiş sorular… Biliyorsunuz Jerome ve Julia Frank, tüm sağlık sistemlerini ve psikoterapileri “ikna” temelli olarak izah etmeye çalışan çok ikna edici bir kitap yazdılar. Benim tıbba bakışımı çok etkilemiştir bu çalışma. Aynı perspektifi Türk Psikiyatri Dergisi’nde yayınlanan “plasebo” yazımda sürdürmeye, insanın sembol üreten varlık oluşuyla genişletmeye çalıştım. “Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasındaki Geçişler” kitabımda ilgili makaleleri bulabilirsiniz. “Hocam yorma bizi ne diyorsunuz orada?” diye soracak olursan, senin yukarıdaki sorularından fark ettiğini ihsas ettirdiğin çerçeve var. Hasta insanda iyileşmeye yatkın, iyileşmek isteyen bir yan bulunuyor. O yan umuttur ve hastalıklarla mücadelede içimizden gelen güç odur. Dr. Jerome Groopman, “Umudun Anatomisi – İnsanlar Hastalıklarla Nasıl Baş Ederler?” kitabında hekim olarak bu konuştuklarımıza ilişkin klinik gözlemlerini pek güzel anlatıyor. Meraklısı bakabilir. Benim heyecanla bunlardan bahsetme nedenim ise, bir devrim olarak nitelediğim Pozitif Psikoloji’nin, psikiyatrik hastalıklara, psikopatolojiye, psikiyatriye giriş yerinin tam burası olacağı tespitimi, birbirimizle hiç konuşmadan sizin de teyit ettiğinizi görmek…
Umutsuzluk depresyon ve intihar ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Çok çok önemli bir konu… “Depresyon” denilen ve mizaçta çöküntüyle karakterize bir psikolojik rahatsızlığın var olduğunu, kadınlarda biraz daha fazla ama hemen hemen tüm dünyada aynı oranlarda (yetişkinlerin % 10 kadarı) görüldüğünü, intiharların yarısının bu hastalık nedeniyle olduğunu biliyoruz. İşte umutsuzluk o rahatsızlığın olmazsa olmaz bir unsuru.
Aslında umutsuzluk, sadece depresyonda görülmüyor, hepimizin başına gelebilecek bir haletiruhiye. Ama sağlıklı insanlar onu genellikle çok kısa sürede ve kolayca atlatabiliyorlar. Nispeten kalıcı bir hale dönüşmüşse, çabayla değişmiyor ve bir süre sonra insanda adım atacak güç ve enerji bırakmıyorsa, işte o zaman umutsuzluk, depresyon rahatsızlığının en önemli belirtisini ve hatta hastalığın esasını oluşturuyor. Araştırmalar, depresyon vakalarında umutsuzluk ne ölçüde şiddetlenmişse hayatın o kadar zindana dönüştüğünü ve canına kıyma ihtimalinin arttığını gösteriyor.
Biz gerek ölümü ele aldığımız “Hoşçakal” kitabımızda hem “Yalnızlık ve Umut”da Müslüman toplumlarda intiharların çok düşük oluşunda umudun inancımızdaki yerine işaret etmiştik. Akademide genellikle görmezden gelinen ve İslamiyet’te intiharın yasak oluşuyla açıklanmaya çalışılan bu duruma bir kez de sizin nezdinizde dikkat çekmek istiyorum. Müslüman toplumlarda intiharların düşük oluşunun en önemli nedeni sanıldığı gibi intiharın yasak oluşundan çok, umutsuzluğun, yaratıcıdan umudu kesmenin büyük günah oluşunun payı vardır. ABD’de intihar girişiminin suç sayıldığı, cezalandırıldığı eyaletler bile var, oralarda hiç de intiharlar azalmıyor.
Umut öğrenilebilir mi artırılabilir mi? Umudu artırma adına bir kişi neler yapabilir?
Bunları konuşmak için biraz erken. Şu eksikliklerimizi tamamlayalım, umudu yerli yerince tanımlayalım, psikolojik ve fiziksel sağlık ile bağlantılarını ortaya koyalım, yani şu umuda olumsuz ya da çetrefil batılı bakışın hesabını görelim ilk konuşacağımız temalardan birisi bu olacak. Belki bunlar ortaya çıkınca niye Müslüman toplumlarda intiharlar daha az görülüyor sorsunu samimiyetle sormaya cesaret edebilir.
Son olarak, umut ve maneviyat arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?
Umudun ve inancın kardeş oluğunu düşünüyorum ve bunu ”Psikoloji Varoluş Maneviyat” kitabımda uzun uzun anlatmaya çalıştım. Özetleyeyim ama önce izin verirseniz batı düşüncesinde umuda sahip çıkan iki kahramanın bu konudaki fikirlerini anayım:
Kierkegaard’a göre umutsuzluğun tam karşıtında duran panzehri olan şey, insanın ben’ini sahiplenmesi, bir başka deyişle kendi beninden kurtulmaya kalkmaması, kendini bilmesi, sonsuzluğun Tanrı’nın insana bahşettiği bir ayrıcalık olduğunu idrak etmesidir. Onun düşünce dünyasında umutsuzluğun tam karşıtında bu nedenle inanç vardır. İnançlı bir insan umutsuzluğa kapılmaz. Umutsuzluk sonsuzlukla karşılaşacağına inanmayan, böyle bir inanca sahip olmayan her insanda bulunur ve üstelik en güven ve huzur verici görünümlerin, mutluluk manzarasının derinine kaygı olarak yerleşir. İlk bakışta güvenli ve huzurlu bir görünüme sahip olsalar da insanlar kaygılıdırlar, en çok da hiçlikten kaygı duyarlar. Kaygılarının nedeni, sonsuzlukla karşılaşmak için ihtiyaçları olan inanca henüz yeterince sahip olmamalarıdır.
Kierkegaard’a göre insanların çoğu, umutsuzluklarını örtebilmek için kendilerini sahte bir dertsizlik, yaşamdan tatmin olma duygusu içindeymiş gibi gösterirler. Kişi, hiçbir derdi, sıkıntısı yokmuş, asla umutsuzluk içinde değilmiş gibi davranarak kaygıyı kendisinden uzak tutmaya çalışır. Ama aslında her insan şöyle veya böyle biraz umutsuzdur ve bilinmeyene, belirsizliğe karşı bir kaygı taşır. İnsan kendisini huzur ve sükûnet içinde göstermeye çalıştıkça içindeki kaygı da büyür, hayatı sıradanlaşır. Kierkegaard, mutluluk oyunu oynayan bu tipleri cahil-burjuva zihniyetine sahip kimseler olarak nitelendirir.
“Umutsuzluk, varoluşunun manevi yönünü inkâr eden modern çağ insanının iyileşmeyen yarasıdır.” Bu devrin bireyciliği ideolojisi içinde kendilerini unutmuş olarak yaşayıp giden bireyler, gerçek birer benlik değillerdir. “Modern yaşamın en önemli özelliği olan soyutlama tarafından içleri boşaltılmış yaşayan ölülerdir. Bu benlikler artık ne Tanrı’ya ne kendilerine ne sevdiklerine ne yarattıkları bilim ve sanata aittir… Elbette bireyin yaşadığı tinsel çöküşün kaçınılmaz sonucu, içinde yaşayan insanların bir araya gelmelerindeki anlamla değil, sadece rakamlarla ifade edildiği toplumlardır. Kierkegaard bu durumu hem bireyler hem de toplumlar için ‘tinsizlik’ olarak ifade eder. Cahil-burjuva zihniyeti tinsizliktir” yani ruhsuzluk, inançsızlık, maneviyatsızlıktır.
Diğer kahramanımız ise Gabriel Marceldir. O, insanı mütemadiyen bir durumdan bir diğerine geçen “gezgin bir varlık” (homo viator) diye niteler. Onun için insan hem varlıktır hem Varlığa yönelen ve Varlığa katılandır. Marcel, “umut”u insanın Mutlak Varlık’a yönelme, kendini gerçekleştirme sürecinde temel alır. Ona göre Varlığın evetlemesi ancak bir keşif ve katılım yoluyla mümkündür. “Katılım, somut varoluşsal tecrübemizden hareket ederek tüketilemez bir sır olan Varlığa aşk, sadakat, umut gibi edimler yoluyla ulaşmadır.” Umut, insanın Varlık Sırrı’na katılım biçimidir.
İslamiyet’te ise umut hep korku ve kaygının karşıtı olarak tanımlanır ve aydınlık bir pencere olarak görülür. Ben de her daim Allah’a güvenilmesi ve Allah’tan umut kesilmemesi gerektiği, umudun garantisinin sonsuz ilim ve kudret sahibi Allah olduğu defalarca vurgulanan bir Kitaba inanmanın etkilerini insanımızın iç-dünyasında her zaman hissediyorum.
Topluluk psikolojimizde insanımızın inançlarından aldıkları güçle dünya hayatında karşılaştıkları sıkıntılara karşı sabrettiklerini, Allah’ın kendilerine bir ferahlık sağlayacağına inanarak yaptıkları iyi eylemlerin karşılığını hem bu dünyada hem ahrette görmeyi umarak yaşadıklarını müşahede ediyorum. Tövbeleri kabul edildiğinde Allah’ın kendilerini bağışlayacağı bilgisi de umutlarına dâhil olduğundan, yeterince titizlenerek ama asla neşe ve şevki elden bırakmadan çalışıp çabaladıklarını gözlemliyorum.
Kaynak: Psiko Hayat – Kış 2024