Yalnızlığa yatkın psikolojiler
”Gece tek başına acile giden hastayla/Kendisine hiç el sallanmayan yolcu, aynı insandır aslında.” Böyle diyor genç şairimiz Zeynep Tuğçe Karadağ ‘Acile Tek Giden’ adlı şiir kitabında.
Yalnızlıkla, bir topluluk içinde yaşamak, sanki kalbin çarpışları gibi… Kalbin gevşemesi, kalabalıklardan biraz sıyrılarak nefes alma, sessizliği ve yalnızlığı arzulamamıza benziyor bir süre sonra sevdiklerimizi, insanları özlememiz onlara doğru gitmemiz ise kalbin kasılmasına… Böyle akıp gidiyor hayat çoğumuz için. Nasıl çoğunluğu oluşturan bu tablodan daha farklı yaşayan, şöyle kendine, yalnızlığına doğru dürüst vakit ayıramadan ömrünü tamamlayanlarımız varsa aynı şekilde adeta yalnızlığa teşne olan insanlar, psikolojik haller, kişilikler, kader zamanları da var…
Dinimiz İslam, insanı toplumsal olarak tanır, tanımlar, ona birçok toplumsal görev yükler, bitimsiz inzivayı yasaklar. Amenna ama kabul etmeliyiz ki bir inanç hali hakiki bir yalnızlık hissi olmadan yaşanmıyor. Sadece inanç hali değil tüm derin tefekkür ve hissediş halleri de böyle ve zaten hepsi de birbirleriyle yakın akraba… “İnsan ne kadar hikmetli ve bilgeyse, yani ne kadar bilgiliyse ve gerçekliğin mautsuzluğunu ne kadar hissediyorsa, bunu ona unutturan ya da gözlerinin önünden bunu çekip alan yalnızlığına da o kadar sever” (Giacomo Leopardi). Hakikat arayıcılarının, tefekkür yolcularının, dervişlerin, düşünce insanlarının ve “yalnızlığın son koruyucuları” diye çağrılan şairlerin yalnızlığı…
İlinden, evinden göç etmek zorunda kalmış, gittiği diyarlarda kendisine uzanan bir el bulamamış olan sürgünlerin, muhacirlerin yalnızlığı… Hiç de kendi elinde olmadan sırf o genetikle, o aileye doğduğu için alabildiğine çekingen, kaçıngan olanların, adeta yalnızlığına gömülmek dışında haz alma yolu bilmeyen şizoid kişiliklerin yalnızlığı… Hep aferin ve alkış, hayranlık dolu bakışlar bekleyen, bulamayınca da “ben”inin ıssız çölünde bir damla suya muhtaç hale düşen bencillerin, narsistlerin yalnızlığı…
O zamana kadar herkes gibi karınca kararınca hayat mücadelesini sürdüren, ömür çilesini sarıp giden ama bir sabah kendisini kopkoyu bir karanlığın içinde bulan, yaşamak, adım atmak için kendisinde güç, ruhunda enerji bulamayan depresiflerin yalnızlığı… Duçar olduğu “şizofreni” gibi adlar verilen bir hastalıkla birlikte, kendinden başka kimselerin görmediği, duymadığı varlıkların, seslerin, çığlıkların, bir düzene sokulamayan kelimelerin, düşüncelerin çıldırtıcı mahzenine kendisini hapsetmiş ve oradan çıkamayan psikozların ağır otistik yalnızlığı…
Sevdiği bir yakınının ölümünün ardından mateme kapılanların, kaybedilen hayat mücadelesinden, dostundan yediği silleden, hiç beklemediği bir anda hayallerinin tuz buz olmasından sonra umudunu yitirenlerin yalnızlığı… Yoksulların, madunların, tutunamayanların, kâh toplumun düşkün kılarak kendisinden tecrit ettiği, kâh kendisini toplumdan tecrit edenlerin yalnızlığı…
Hastalık hallerinde “fiziksel beden, başkalarının, doktor ve hemşirelerin iradesine mahkûmdur; onların rehinesi durumundadır ve sanki bir canı yokmuşçasına bir şeye, bir nesneye dönüştürülmüştür. Görmezden gelinen bu durum nedeniyle var olan genel duyarsızlık ve yalnızlık çölleri hastanelerde durmadan kanayan ahlaki yaralardır” (Eugenio Borgna). Baş ağrısı, karın ağrısı gibi bedenimizin belli bir noktasında zonklayıp duran acı neyse de bütün varlığımızı esareti altına alan adeta bize zulmedip yıpratan zayıf düşüren ruhsal ıstırap halleri dayanılır gibi değil. Fiziksel acı bir ölçüde mazur görülebilir ancak ruhsal ıstırap, haksızlık, talihsizlik, hak edilmemiş bir ceza gibi yaşanır. Tamam, yalnızlık mevzu olduğunda, acı ve ıstıraptan bahsedelim ama ruhsal ıstırabın bedensel acıdan çok daha yoğun biçimde bizi mahva sürüklediğini aklımızdan çıkarmayalım. Ruhsal ve bedensel acı ve ıstırap içinde kıvranan, derdine deva bulamamış, halini tabibe arz edememiş hastaların yalnızlığı… Kadir kıymet bilmeyenler tarafından kirli bir mendil gibi fırlatılıp bir kenara atılmışların; kimsesizlerin, sahipsiz yaşlıların, artık adları yoklukla birlikte anılan ölümü bekleyenlerin yalnızlığı…
Yalnızlık, hepimizi, yaşayan her insanı belli ölçülerde şair kılan hayatın şiir yanıyla ilgili olsa gerek. İyi bir şiirin dizeleriyle başladığımız yazıyı Rilke’den dizelerle bitirelim: “Yalnızlık bir yağmur gibidir./Akşamları doğru denizden yükselir;/uzak ve sapa düzlüklerden gelir, çıkar gökyüzüne, onundur her zaman./Ve gökyüzünden kente düşer ardından./Yağmur olup saatlerce iner,/sehere dönerken bütün sokaklar/ve aradığını bulmadan bedenler,/bezgin ve üzgün birbirinden kopar;/ve birbirine nefret dolu insanlar, bir yatakta yan yana yatarsa:/o zaman akar yalnızlık ırmaklarca…”
Yalnızları unutmayalım, zira onlar bizi hiç unutmuyorlar.
Kaynak: Yeni Şafak