Yalnızlık ve mızmızlanması
Modern zamanlar, modern insan deyince hemen yanına iliştiriverdiğimiz, birlikte düşünmeye alıştığımız kavramlardan birisi de yalnızlık. Şüphesiz toplumsal hallerin sürüklediği bir yalnızlık olgusu var modern toplumda, özellikle Batı’da. Modern toplumda kimsenin semtine uğramadığı insanlar da kalabalıklar içinde yapayalnız olanlar da pek çok. Onu ayrıca ele almak lazım. Ama başka bir durum daha var; bir yalnızlık mızmızlanmasıdır gidiyor. Enine boyuna kafa yormadan, hemen yalnızlığı kötü bir durum olarak kabul ediyor ve karalıyoruz; bu kötü hissiyattan kolayca kurtulma taktikleri geliştirmeye çalışıyoruz.
Oysa insanın temel kişiler arası görevi, aynı anda hem ilişkinin bir parçası olmak hem de ilişkinin dışında kendisiyle olmak. Yani insan teki olmakla, bir toplumun üyesi olmak, ikisi aynı anda, bir arada yaşanan ana hususiyetler. Mütemadiyen bu ikisi arasında raks ediyor varoluşumuz. Birisi olmadan insanlığımız tamam olmuyor. Yaşantımız sırasında bir tarafımızı bir süreliğine dışarıda bıraksak, bırakmaya hayat bizi zorlasa hemen rahatsız oluyoruz, kesikliği kapatmanın, aradaki boşluğu telafi etmenin yollarını aramaya başlıyoruz. Başkalarını, bir topluluk içinde yaşadığımızı unuttuğumuzda, izole oluyoruz, paylaşılmayan acılarımız artarken, tek başına sevinçlerimiz bir anlam ifade etmiyor. Başkalarının, “onlar”ın arasında, topluluk içinde kaybolup gittiğimizde tekil varoluşumuzu unuttuğumuzda, hayat bir gevezeliğe dönüşüyor.
Toplumsallığa birçok bakımdan mecburuz da. Mecburiyet kalemlerimizi çok anlatan var. Ben hazır konu buraya gelmişken pek bahsedilmeyen bir durumu, şuracığa ekleyivereyim. Hem toplum hayatının hem de insanın fıtratının gereği olarak marifet iltifata tabi… Başkalarının bizi görmesine, beğenmesine, takdir etmesine ihtiyacımız var. Ancak bunlar olursa kazandığımız bir başarının gerçekten tadına varabiliyoruz. Çok enteresan bir hal bu, beğenilme, takdir edilme arzusu. İnsani arzunun ayırt edici niteliği, başkasının arzusunu arzulamak (Hegel). Neden hep başkalarının gözüne girmek istediğimizin, onların gözünde takdir kazandığımızda iyi hissedebildiğimizin kökenlerini, bebeğin kendisini, sevildiğini ancak annesinin gözünde gördüğü zamanlara kadar götürmek mümkün…
Değişik zamanlarda, değişik toplumlarda bambaşka tarzlar, modeller, roller, ölçütler, ilkeler ortaya çıkıyor. Modern zamanlar, insanlık tarihindeki usul ve alışkanlıklarda büyük bir değişiklik, devasa bir kopuş getirdi. Birçokları, büyük değişikliklerden birisinin de yalnızlık hissi ve korkusu alanında olduğunu, modernlikle birlikte bunların çok arttığını düşünüyor. Yalnızlık hissi ve korkusu, elbette her devirde var olan insana has, evrensel bir durumdu; modern zamanlarda en yüksek seviyeye çıktı.
Modern zamanlarda yalnızlık hissi ve korkusunun böylesine artmış olmasının nedenlerinden birisi de insanın adeta kendisinden, kendi varoluşuyla yüzleşmekten kaçmak için çırpınması. Niye böyle tam bilmiyoruz ama günümüzde insanlar artık kendilerini tanımaya, nefislerini olgunlaştırmaya çalışmaktan pek hazzetmiyorlar. Bırakın hazzetmeyi, böyle bir ihtiyacın farkında bile değiller. Daha 17. Yüzyılda Pascal, insanların kendilerini meşguliyetten meşguliyete atmalarında bu durumu görüyor, kendilerine dair düşüncelere kapılmamak için böyle yapıyorlar diyor. Geçen yüzyılda aynı olguyu tespit eden Kierkegaard’ın teşhisi çok net: “Nasıl ki Amerika’nın ormanlarında vahşi hayvanları uzak tutmak için meşaleler, çığlıklar ve zil seslerine başvuruluyorsa insanlar da yalnızlığa dair düşünceleri uzaklaştırmak için çeşitli oyalayıcılar ve gürültülü teşebbüslerin Yeniçeri marşlarına başvurmaktadır…” Rollo May ilave ediyor: “Günümüzdeki fark yalnızlık korkusunun çok daha yoğun olması, ona karşı geliştirilen savunmaların daha katı ve zorlayıcı olmaları… Her gün aynı insanların buluşmasına, aynı kokteyllerin içilip aynı konuların konuşulmasına yahut aynı boş lafların edilmesine rağmen bu atlıkarınca gibi ardı arkası kesilmeyen partilerin sürdürülmesi son derece önemlidir… Sessizlik büyük suçtur, sessizlik yalnızlığı anıştırır ve korkutucudur.”
Davetten davete koşup durmamızın, kendimizi paket sosyal programların içine atıvermemizin, o toplantı senin bu randevu benim tanıdıklarla buluşup durmamızın en büyük nedenlerinden birisi de yalnızlık korkusu. Bu korkudan kurtulmak için kendimiz sürekli kalabalıklara vuruyoruz ama bir türlü çıkarıp atamıyoruz sırtımızdan yalnızlık mintanımızı. O mintan adeta bize yapışık, çıkarırsak derimiz de onunla birlikte çıkarılıp atılacak gibi hissediyoruz. Toplantılara, davetlere çağrılmadığımız hallerde çoğu zaman açıktan açığa, yapamazsak içten içe kıyameti koparıyoruz.
Kaynak: Yeni Şafak