Yalnızlık ve özlem
Modern zamanlardaki maruz kalınmış yalnızlık, gerçekten çok büyük bir sorun. Yalnızlığa yapı olarak yatkın psikolojiler, haller, kişilikler ve yalnızlığın kaçınılmaz olduğu kader zamanları var… Kendi hayal dünyalarıyla yetinen şizoidler, şizofrenler, otistikler var. Yalnızlık kuyusuna düşmüşler, depresifler, sosyal fobikler, çekingenler var… Başkalarının alkışları olmadan, sahne almadan yaşayamayanların ürpertici yalnızlık hisleri var… Yakınlarını kaybedenler, tutunamayanlar, hastalar, sahipsiz yaşlılar kâh toplumun düşkün kılarak kendisinden tecrit ettiği ya da kendi kendini toplumdan tecrit edenler var…
Sosyal tecrit ölüm cezasından beter, o yüzden kimi kültürlerde en ağır ceza olarak düşkünlük görülüyor… Ayrıca kirli bir mendil gibi işi bitince fırlatılıp sokağa atılanlar, terk edilenler var… Akran zulmüne maruz kalan ya da gruplara katılamayan ergenler… Sürgünler, muhacirler… Modern zamanlarda yalnızlığa maruz kalanlar saymakla bitmiyor. Onların hiçbirini görmezden gelemeyiz.
Maruz kalınmış yalnızlıktan, hep edebiyatı yapılan, bağımlılık arzusunu bastırmaya yarayan yalnızlık histerisini, yalnızlık mızmızlanmasını ayırt etmemiz lazım. Asıl modern zamanlara özgü olan durum bu aslında. Yalnızlık korkusu, hep kalabalıklar içinde, tanıdıklar tarafından sarıp sarmalanma isteği… Bu abartılı yalnızlık hissiyatının tam karşısında yer alan “seçilmiş yalnızlık” halleri ise giderek azalıyor. Hakikat arayıcılarının, tefekkür yolcularının, dervişlerin, düşünce insanlarının ve yalnızlığın son koruyucuları olan şairlerin yalnızlığı…
Evet, bakmayın ‘birey’ sözünün yüceltilmesine, insan ilişkisine emek değil bağımlılık penceresinden bakıyor modernler. Hakikatli dost olmak değil birilerine yapışarak yürümek istiyor. Bu nedenle “Sürekli aşktan bahsetmek istememizin, bundan hoşnutluk duymamızın altında bile varoluşsal yalnızlıkla yüzleşme korkusu var” diyor Psikanalist Julia Kristeva. Yalnız olabilme becerisinin ruh sağlığı için çok önemli olduğunu vurguluyor.
Tüm bunları, değişik veçheleriyle yalnızlıkla ilgili önceki yazılarımızda ele aldık. Ama insanın temel hissiyatlarından birisi olan özlemi konuşmayı ihmal ettik. Hegel’den mülhem “insan arzusunun ayırt edici niteliğinin arzulanmak, beğenilmek” olduğunu söylemekten, marifet iltifata tabi olduğu belirlemesi yapmaktan farklı bir şey özlem. Hatta Emanuel Levinas’ın ünlü “ötekinin yüzü”nün bizim için taşıdığı anlam ve ona mecburiyetimizi aşıyor, dilimizdeki “özlem” sözünün manası… Özlemi konuşmalıyız mutlaka.
Ahmet İnam Hoca, “öteki ile yaşama sorunu”, “can cana yaşama sorunu”dur ve canı da, iki farklı yönlendirici güç hareket ettirir diyor. Bunlardan birisi, olanı sürekli olarak dışlayan “özgelik”, diğeri ise sürekli olarak toplayan “özgülük”. Özge ile özgünün buluşmasından, hatta özgeliğin özgülüğe izin vermesinden “öz” ya da “özne” ortaya çıktığı kanaatinde Ahmet İnam. Ötekinin ne diğeri ne de başkası olmayıp can hatta canan olduğunu fark etmemizi istiyor. Çünkü “Can, canları canan olarak görebilirse, yani canevinin kapısını çalabilir, ötekini de sonsuz olarak algılayabilirse, kendisi de onunla birlikte sonsuzluğa katılır. Bir can olarak insan, özge ve özgüyü harmanlamayı öğrenemezse, özgelik tehdidi ve özgülük bencilliğiyle tehlikelerle dolu bir dünyada yaşamaya mahkûm olur.”
Bir başka filozofumuz Özkan Gözel ise dilimizdeki “öteki kişi” tam karşılığının “özge” olduğundan hareket ediyor. “Dışarının yakınlığı, Öz’ün Özge’ye Özlemi’nde açığa vurur kendini. Dışarıyla ilişki Özleme’dir. Özleme sadece bir duygulanım değil, Öz’ün fiilleşmesi, meydana çıkması ya da gerçekleşmesidir… Öz, yani Kendilik (Nefs) öz’ler. Öz, öz’leyerek Kendi olur. Öz, öz-leyişinde kendini Özge’ye açar. İletişimin sahiciliği ya da sahici iletişim Öz’ün Özge’yle ilişkisinde yatar. İletişimin özü, Öz-Özge ilişkisi demek olan Özleme’den itibaren anlam kazanır ve istikamet bulur…” diyerek sözünü ettiğimiz “özlem”in dilimizdeki özel anlamını açıyor.
Ve son söz üstat Sait Başer’in: “’Öz’lem. Özümüzün fiili bu! ‘Öz’ün, ‘ruh’un hamlesi, asıl ‘öz’ü fark edip ‘o’na doğru çağlaması. Sevilenle aramızdaki bağ. Canımıza can katan, ruhumuzu dirilten iksir! Can cevheri!… Özlem! ‘Öz’den Öz’e kancalanmak. Sevdiğinin rengine boyanma sürecinin adı!… Özlem ateşi, ikiliği tüketme kararında Hakk’ın sizinle beraber olduğuna delalet ediyor… Çünkü… Bu âlemde ‘Kişi sevdiğinin rengine boyanır’ken o âlemde de kişi sevdiğiyle haşrolur…” Arapça’dan dilimize geçmiş olan “hasret”ten yola çıkarsak “hüsran”ı anlarsak da aynı yere varacağımızı söylüyor (Yitik Yurdun İçinde, s.93-95).
“Biliyorsun bizim her türlü yalnızlığımız yeni bir dil olacak yarın” diyen büyük şairimiz Edip Cansever ile koyalım noktayı…
Kaynak: Yeni Şafak