Yorulmayan bir düşünürümüz: Doğan Özlem
Ülkemizde sıkça duyduğumuz yakınmalardan birisi de, düşünceye hiç önem verilmeyişi ve dünya ölçeğinde düşünürler çıkartamamamızla ilgili olanlardır. Düşüncenin bir coğrafya ve kültürle damgalanmasına itirazlar olabilir ama üzerinde yaşadığımız topraklardan, içersinde yaşadığımız kültürden, dünya düşünce tarihine hatırı sayılır katkılar olmamasını bu itirazlar bağışlatamaz. Çünkü örneğin düşüncelerinde İspanya’ya özgü bir hava bulunsa da bulunmasa da İspanyolların bir Ortega Y Gasset’i, bir Miguel De Unamuno’su vardır ve tüm İspanya onlarla haklı olarak gurur duymakta, onları sahiplenmektedir. Birçok başka neden sayılabilir ama sanıyorum yukarıda sözünü ettiğim yakınmaların önemli bir nedeni de elimizde bulunan, bu topraklardan yetişen düşünürlere sahip çıkmayışımız, onları isteklendirmeyişimizdir.
Sevinilecek olan o ki, kimileri, bizim körlüğümüze ve sağırlığımıza inat, olanca güçleriyle çalışıyorlar, hiç kimsenin yardımı ve katkısı olmaksızın yığınla ürün veriyorlar. Kendi adıma onlara minnet duyduğumu ve çalışmalarının bir gün, şükranla anılacağına olan inancımı belirtmek isterim.
Bir düşünce geleneği olmayan coğrafyalarda düşünce ile haşır neşir olan insanlar, biraz karanlıkta el yordamıyla yürümek, kendi yollarını kendileri aşmak zorunda kalıyorlar. Bu nedenle öncelikle, kendilerine izleyebilecekleri, yakın buldukları bir düşünce ekolünü veya ekollerini rota olarak benimsiyor; bir yandan bu ekolün temel ürünlerini dilimize kazandırmaya çalışırlarken zaman içersinde bir yandan da kendi özgün yapıtlarını vermeye başlıyorlar. En azından benim ulaşabildiklerimden, Hilmi Ziya Ülken’in, Sabri Ülgener’in, Cemil Meriç’in, Selahattin Hilav’ın, Mermi Uygur’un, Erol Güngör’ün, Doğan Özlem’in, Nuri Bilgin’in ve Ahmet İnam’ın öyle yaptıklarını görüyorum. Bu yüzden ülkemizin düşünce hayatında tartışmasız bir biçimde en önlerde bulunan kimselerin yapıtlarının önemli bir kısmını neden çevirilerin oluşturduğunu anlamamız kolaylaşıyor.
Bu yazıda gerek çevirileri gerek özgün yapıtlarıyla dev bir külliyat ortaya koymuş; tarih ve kültür felsefesi (bilimleri) hakkında neredeyse dilimize dayalı tüm bilgimize kaynaklık etme onuruna erişmiş bir düşünürümüzden, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü hocası olan Doğan Özlem’den, kanımca onun çalışmasını en belirgin özellikleriyle örnekleyen bir kitabı dolayısıyla söz edeceğiz.
Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi kitabı iki temel makaleden, Wilhelm Dilthey ve Ernst Cassirer’den yapılmış iki özlü çeviriden ve aralara serpiştirilmiş küçük makalelerden oluşuyor.
Doğan Özlem’e göre, “Geçen yüzyılın ortalarından bu yana, karşımıza bilgi ve bilim kavramları konusunda tartışan iki büyük felsefe tutumunun çıktığını görürüz. Bunlardan birincisi olguculuk (pozitivizm), ikincisi ise tarihselciliktir (historism). ”
“Bilgi ve bilim alanında olguculuk, duyusal etkilenimlerden elde edilen duyu verilerine dayanır. Olguculukta, algılanabilir dünyanın dışında bir gerçeklik olup olmadığı sorusuna yanıt aranmaz. Sanılanın aksine olguculuk, kendisini yalnızca bilgi ve bilim alanıyla sınırlandıramaz; o aynı zamanda tam bir felsefi sistemdir.” Yani “doğaya egemen olmak ve giderek topluma çekidüzen vermek kaygı ve ülküsü” de taşır. Anavatanı İngiltere olan ve uzun bir tarihsel geçmişe sahip bulunan olguculuk, gelişimi içersinde çok az değişime uğramıştır. Günümüz olgucularından bir kısmı, dil ve mantığa merkezcil bir rol vermeleriyle tanınırlar ve yeni-olgucular olarak bilinirler. Yeni-olguculara göre en genel biçimde, iki tür deyi vardır. İlki, anlamlı, bilimsel yani sentetik deyiler olup bunlar, “deneyden çıkarlar, aposterioridirler ve doğrulanmaları gerekir.” İkincisi, boş anlamlı, felsefi yani analitik deyilerdir, bunlar, “olgular üzerine asla bilgi vermezler, deneyden bağımsız ve apriori bir gerçeklikleri vardır.” Anlaşılacağı üzere, boş anlamlı bir deyiler yığını olan felsefe, yeni-olguculara göre bilim değildir ve alanı dille sınırlıdır; doğru, ancak bilimin sonucudur fakat felsefenin dilsel niteliği, felsefe tarihi boyunca “mantığı evrene taşıma yanılgısına” ve felsefesinin evren hakkında bilgi verdiği saçmalığına yol açmıştır. Yeni-olgucuların bu tezleri, ilk çatlağını Wittgenstein ile vermiştir. Tractatus’ta analitik ve sentetik olana bir de metafiziksel önermeler alanı eklerken, Russel’ın deyimiyle kendisinde bir gariplik olduğunu ortaya koyan Wittgenstein, Felsefi Araştırmalar kitabında yeni-olguculuktan iyice uzaklaşmaya başlar: Birinci Wittgenstein, anlamlı olanla bilimsel olanı eşdeğer tutarken, dilsel olanla felsefi olanı aynı kabul ederken yeni Wittgenstein için, anlam bağlamları ve anlam ölçüleri de, bir yaşam biçimi olan dilin yüklendiği işlevler de sonsuzdur artık. Yeni-olgucu kalmakta devam eden filozoflar, Carnap ve Neurath, Wittgenstein’in metafiziksel önermeler alanına şiddetle karşı çıkarlar, bu alanın gerçek olmayıp, psikolojik bir duruma karşılık geldiğini söylerler.
Doğduğu zamandan beri, modern dünya görüşü ve bilim anlayışında belirgin bir egemenlik kurmuş olmasına rağmen olguculuk, özellikle beşeri bilimler denilen alanlarda olmak üzere, ilk günden bu yana felsefi almaşıklara sahip olmuş ve onları bu güne kadar yok edememiştir. Olguculuğa karşı ileri sürülen tezler toplamına “tarihselcilik” denebilir (Daha doğrusu Doğan Özlem böyle diyor. Kanımca bu konuda “yorumsama” -yorumcu yaklaşım, hermönitik; hermeneutics- kavramı daha açımlayıcıdır ve daha yerleşik bir nitelik kazanmıştır. Zaten sonraki çalışmalarında Doğan Özlem de bu kavramı tercih etmiştir.) ve tarihselciliğin anavatanı olarak da Almanya kabul edilebilir. Doğan Özlem’in tüm çalışmalarında kendisini daha yakın hissettiği açıkça belli olan, tarihselcilik anlayışına göre, doğal gerçeklik ve tinsel gerçeklik (yani olgucuların boş anlamlı, analitik dedikleri önermelerin alanı), gerçekliğin iki değişik yüzüdür. Birbirlerinden görünüş olarak oldukça farklı felsefe okulları olan Kant, Hegel ve Marx’tan desteklenen tarihselci anlayış, Yeni-Kantçılar ve Alman Tarih Okulu tarafından paylaşılır ve en yüksek ifadesini bulduğu Wilhelm Dilthey tarafından temsil edilir.
Düşünceleri Bergson ve Nietzsche ile birlikte yaşam felsefesi başlığı altında değerlendirilen Alman Tarih Okulu içinde yetişmiş olan Wilhelm Dilthey’i (1833-1911) Ortega Y Gasset, yaşama ilişkin düşüncelerimizi borçlu olduğumuz kimse ve 19. yüzyılın ikinci yarısının en önemli düşünürü olarak görmektedir. Dilthey, Comte’un olgucu (pozitivist) sosyolojisine karşı geçen yüzyılın sonlarında sistemli bir eleştiri başlatır. Dilthey’e göre, iki değişik gerçeklik alanından doğal gerçekliğe denk düşen doğa bilimlerine olgucu perspektiften bakılabilir ama tinsel gerçekliği araştıran tinsel bilimler (ki Dilthey, bugün “insan bilimi”, “kültür bilimi” gibi adlarla andığımız tüm beşeri bilimlere kendi özgün bakış açısı gereğince “tinsel bilimler” –Geisteswissenchfaten- der) şeyleri, tarihsel bağlamları ve anlamları içerisinde ele almak zorundadırlar. Çünkü “tinsel bilimlerde görecilikten, seçicilikten, araştırmacının özel ilgilerine bağlı bir ayıklamadan, kısaca yanlı algılama denen şeyden sonuna kadar kaçmak olanaksızdır.” İnsan, tarihselliği içersinde tutukludur, yaşadığı zamana çakılıdır ve bu nedenle tinsel bilimler, doğa bilimlerinden farklı bir yöntemle çalışmak durumundadırlar. Dilthey, kurmaya çalıştığı tinsel bilimlerin bilgi teorisinin temelini, tarihsel veya toplumsal olayda içerilen yaşamın tümüyle yakalanması için alabildiğine “eşduyumsal yeniden yaşama” (empathic reliveing; nacherleben) olanağına dayandırmakta ve bu temele anlayıcı bir psikoloji adını vermektedir. Üstelik Dilthey için doğa bilimlerine göre tarihsel bilimler daha önceliklidir; doğa biliminin bilgi teorisi, doğal olguları açıklamaya (explanation; erklaerung) çalışır, kendi başına bir anlam taşımakla ve bilgi ağacımızın gelişimine çok katkı sağlamakla birlikte, kendi kökenlerine kavuşabilmek ve daha sağlamlaşabilmek için yaşanılan dünyadaki “ilke”, “değer”, “kural”, “norm”, “ide” gibi tinsel öğeleri açıklamaya değil de anlamaya (understanding; verstehen) çalışan tinsel bilimin bilgi teorisine muhtaçtır. Tinsel bilimin “tinsellik”, “tarihsellik”, “yaşama” gibi temel kavramları olmaksızın, olanca bütünlüğü içersinde bir yaşam kavrayışı olmaksızın doğal bilimden edinilen bilgiler köksüz ve askıda kalacaktır.
Doğan Özlem, Dilthey’in bu anlayışını bazı aşırılıkları nedeniyle eleştirmekle birlikte, ona hayranlığını gizleyemez, onun çalışmasının “bin yılların buyruğu olarak ‘kendini tanı!’ buyruğu doğrultusunda en önemli felsefi ve bilimsel denemelerden” birisi olduğunu söyler.
Dilthey’in tezleri, özellikle eşduyum (empati) ve “anlayıcı psikoloji” adına söyledikleri, psikiyatri ve psikolojiyi doğrudan ilgilendirmektedir. Zaten beşeri bilimlerde anlama’ya verilen önem nedeniyle beklenen etkileşim son zamanlarda gerçekleşmeye başlamış, bazılarınca teoriye elverişli olarak nitelenmekle birlikte, eşduyum konusunda psikoloji ve psikiyatri çevrelerinden söylenenlere, örneğin Heinz Kohut’un kendilik (self) psikolojisine kulak kabartılır olmuştur.
Yeniden Doğan Özlem’e dönecek olursak… Kitabında en dikkat çekici noktalardan birinin bilimsel bilgiyle ilgili yoğun çalışmalarının ardından vardığı şu sonuç olduğunu görürüz. “Bilgi ilgileri ve bilgi hedefleri her zaman değişebileceğinden, hatta aynı dönemde aynı konu hakkında farklı bilgi ilgileri ve bilgi hedefleri ortaya çıkabildiğinden bilimsel bilgi daima eleştirilebilir ve hatta değiştirilebilir olan bir bilgidir, bu yüzden bilim tekçi (monist) olamaz; o ancak çokçu (pluralist) bir etkinlik olarak görülebilir. Yine bu yüzden bilimin gelişebileceği en uygun ortam çoğulcu demokratik toplum biçimidir.”
Doğan Özlem’e göre tarihselcilik, tarihe ve kültüre insan özgürlüğünün bir somutlaşma alanı olarak bakan bir geleneğe sahiptir ve bu tarih ve kültür felsefesi geleneği T. Litt ve E. Cassirer gibi çağdaş filozofların elinde, olması gereken insancı zemine yerleşmiştir. Böyle bir özgürlük felsefesinin savunucusu olarak Doğan Özlem, “geçmişte hiçbir örneği bulunmayan yeni düşünce, yaşama ve eylem türleri yaratarak” kültür kavramının geleceğe doğru sürekli gelişeceği konusunda umutludur. Ama bunun için ulusalcılığa bağlanıp kültürel tutuculuğa düşmeden ulusal ve evrenseli birleştiren bir harmoni kurmamız önerisinde bulunmaktadır: “Kant ve Goethe Alman; Rousseau Fransız; Hume İngiliz; Mevlana Türk; Konfüçyüs Çinlidir. Ama onlar her şeyden önce evrensel kültür yapıcılarıdırlar: evrensel kültür, insanlığın bin yılların ürünü olan ve bundan sonra da ürünü olacak olan ortak malıdır. Ve bu yüzden evrensel kültürde kendimizi bir ulusun üyesi olmaktan önce, insanlığın üyesi olarak görürüz. Doğru ulusçuluk, evrensel kültüre katkıları fazla olan uluslar yanında, bu kültüre kendi ulusal katkımızı daha da arttırmaktan geçer.”
Doğan Özlem, kendisi düşünce dünyamıza ve kültürümüze yaptığı eşsiz katkılarını, bizim olanca hayranlığımızı kazanarak ve arttırarak sürdürüyor. Bakalım, ulusumuz ve kültürümüz yeni Doğan Özlem’ler yetiştirerek evrensel kültürdeki hak ettiği yeri ne zaman alabilecek?
Not: 25 yıl önce yazılan ve “Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler” kitabımızda yer alan bu yazıyı, kıymetli Hocamızın hatırasına tekrar yayınlıyorum. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Onu asla unutmayacağız, eserleriyle hep yaşayacak inşallah.