Yüzümüz Konuşur Ama Kime Ne Söyler ?
Yüzümüz Konuşur Ama Kime Ne Söyler ?
İçten içe hepimiz inanırız dış görünümümüzün iç dünyamızın bir yansıması olduğuna, içimizin dışımıza vurduğuna. “Ne iyi insan olduğu yüzünden belli!”, “O insanın yaptıkları karşısında hiç şaşırmadım, yüzünde meymenet yok zaten.” gibi ifadeleri ne çok kullanırız gündelik yaşamımızda. “Yüzsüz” sıfatıyla andığımız bir insandan fersah fersah uzak durulmasını öneririz. “yüzü sirke satıyor”, “yüzünden düşen bin parça”, “yüzünü buruşturmak”, “yüzünü asmak”, “yüzünü ekşitmek” deyimleri insan yüzünün zengin ruhsal içeriğini bildirir.
Yüzümüzün, özellikle gözlerimizin, bakışlarımızın yalan söylemediği, kalbin aynası olduklarıyla ilgili edebiyatta ve hatta felsefede hayli kabarık bir literatür vardır.
Filozof Arthur Schopenhauer, “Her insanın yüzü bir hiyerogliftir; yüzümüze şifresinin çözülmesini bekleyen bir alfabe yerleştirilmiştir. İnsanın dilinin ne söylediğinden ziyade yüzünün ne söylediği önemlidir; dil düşüncelerimizi, yüz ise insanın tabiatından kaynaklanan düşünceyi dile getirir.” der. Bir insanın diliyle söylediği şey, onun ne düşündüğü değil ne öğrendiğidir nihayetinde, gerçek düşüncelerimiz ise yüzümüze kazılıdır. Schopenhauer, insanın yüz görünümünden, onun ahlaki karakterinden ziyade zihinsel kapasitesini, zekâsını çıkartmanın daha kolay olduğunu düşünür. İnsan türlü hilelerle ahlaki yapısını gizleyebilir. Çoğumuz gibi o da yüzün yalan söylemediğine, bir hata aramak gerekiyorsa hatayı bir yüzden doğru anlam çıkaramayan insanda aramak lazım geldiğine inanır.
Sokrates, kendisine kapasitelerini sınaması için getirilen bir gence “seni görebileceğim şekilde konuş” der. İlk bakışta tenakuz varmış gibi gelen bu söz, gereksiz zihinsel manevralarla kendini saklama manasındadır ve insanın kendini sözle sunarken aslında kendisini saklama çabasında olduğunu ifade eder. Öyle ki ilk tanıştığımız birine “konuşma ki seni görebileyim” desek yeridir. Aslında sadece yeni tanıştığımız insanlarla kurduğumuz ilişkiler değil tüm insan ilişkileri için bu ilke geçerlidir; ne söylendiğine değil nasıl söylendiğine, bir ifade sırasında yüzün aldığı hale bakmak icap eder.
Yüzün iç dünyamızdaki gerçekleri yansıttığına dair inancımızın kendisini gösterdiği alanlardan birisi de “ilk izlenimde” bulunur. Karşılaştığımız bir insanın yüzünün bizde bıraktığı ilk izlenim çok mühimdir. İnsanın yüzünün ilk görünümü âdeta koku ve tat gibi bir etki bırakır; bir şeyin kokusunu ilk hissettiğimizde ya da bir yiyeceğin tadına baktığımızda daha ileri gidip gitmemek konusunda bizde hemen yeterli bir his birikir. İlk izlenim de öyledir, o kişinin ruhsal yapısı, güvenilirliği konusunda çok şey söyler.
İnsanın neredeyse kalıtımsal diyebileceğimiz huyundan mizacından yüz ifadesine çok şey geçer elbette ama hayat tecrübesi, yaşanmışlıklar da yüzümüzde çizgi çizgi birikir, her birimizin çehresinde kendine özgü bir tablo tedricen yerleşir. Gençlik resmimizle yetişkin zamanlarımızdaki resmimiz arasındaki tek fark cildimizin yaşlanması değil, yüzümüze nakşolmuş tecrübedir.
Günümüz felsefesinin devlerinden olan Emmanuel Levina, insanın ahlaki varoluşunu esas alan görüşlerini “öteki” dediği karşımızdaki insanın “yüz”ünü esas alarak kurar. Karşımızdaki insanın yüzü, asla ele geçemeyecek uçsuz bucaksız bir evrendir âdeta. Bir insanın yüzünü tamamen kavramak mümkün değildir. Zira görmek, görülmek ve bakmak, bakışmanın ötesinde mütemadiyen “yüz bize bakar ve konuşur”. Karşımızdaki yüzün her konuşması, bizi kendi anlam dünyamızdan koparır, başkasından öğrendiğimiz bir dünyanın kapısının önüne bırakıverir.
Öteki, varlığını bize yüzü aracılığıyla sunar. Ötekinin yüzüne baktığımızda ilk fark ettiğimiz, bir belirsizlik, sürekli bir farklılaşma, imge avcısı gibi gezinen gözlerimizden hep bir kaçıştır. Zaman zaman bir yüzde sabit bir anlam yakaladığımızı sanırız ama beyhude, o durmaksızın değişir. Ötekinin tüketilemez, bilgi konusuna dönüştürülemez olan yüzü karşısında her zaman çaresiz kalmaya mahkûmuzdur. Karşımızdaki insanın yüzünü tek bir anlama sabitleyememek, o çok övündüğümüz gücümüzü tuzla buz eder. Aslında ilk bakışta karşımızdaki yüz, güçsüz, savunmasız ve çıplaktır. İnsan olarak ilişki içinde olmaya mecbur olduğumuz bu yüz karşısında özgürlüğümüz utanca dönüşür ve bize sorumluluğumuzu hatırlatır. Karşımızdaki insanın yüzü ahlaki bir varlık oluşumuzun, insan olarak sorumluluğumuzun, insanlığımızın temelidir. Başkalarını sevmek, yüz sayesinde mümkün hale gelir.
Yüzümüz böylesine güçlü bir anlam kaynağıyken, insanlığımız neredeyse kendisini yüzle dışarıya ve birbirimize açıyorken, onun kişiliğimizden müstağni olması beklenemez. Yüzümüz elbette kişiliğimizle çok yakından irtibatlıdır. Latincede kişi anlamına gelen “persona” sözcüğü, önceleri tiyatro oyuncularının yüzlerine taktıkları maskeyi ifade ediyordu; sözcük zamanla maskeyi takan kişiyle, onun üstlendiği rolle ve daha sonra da bizzat “kişilik”in kendisiyle özdeş hale geldi. Demek ki, kişilikle yüzümüz arasında yalnızca bir maske mesafesi var. Maskenin nedeni de hayatın içinde üstlendiğimiz toplumsal rollerdir. Bu nedenle rollerimizin dışında kaldığımızda ya da toplumsal rollerin oluşturduğu maskeyi çıkaracak kadar karşımızdaki insanın yüzüne odaklandığımızda o insanın gerçek kişiliğine çok yaklaşırız.
Yüzümüz, neredeyse onun aynası olacak kadar kişiliğimizle çok yakından irtibatlıdır. Bir insanı tanımak için mutlaka onun yüzündeki anlam denizine dalmak gerekir. Bunlar doğru ifadeler ama bir insanın kişiliğini yalnız ve yalnız o insanın yüzünden okumak mümkün mü? İşte tartışmalı olan yer burası. Zira insan olmanın bizi mecbur bıraktığı durumlardan birisi de toplumsal roller. Bir bakıma hepimiz maskeyle dolaşmak zorundayız. Günümüz düşünürlerinden Richard Sennett, “Maske takmak, uygarlığın özüdür.” diyor. Sadece uygarlığın değil insan toplumu olmanın temelinde, yazarların “maske” diye ifade ettikleri toplumsal roller bulunur. Bu öylesine zorunlu bir haldir ki, yaratılıştaki yüz ifademizin haricinde, toplumsal rollerimizin gereği olarak yüzümüze verdiğimiz biçim, insan olarak aldığımız konum, düşünme ve davranma biçimlerimiz de kişiliğimizin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Kişiliği analiz etmek, bu nedenle oldukça karmaşıktır.
Kişiliği yalnızca insanın fiziksel özelliklerinden, yüz görünümlerinden yola çıkarak, insanın yüzünü okumaya çalışarak anlayamayacağımız hem bizim hem de günümüz psikolojik bilimlerinin görüşü. Ama biliyoruz ki, çok eski zamanlardan beri yüzün bu anlatmaya çalıştığımız zengin muhtevası nedeniyle insanın kişiliğinin yüzünden anlaşılabileceğini ileri süren görüşler olmuş. Bu görüşlere Batı dünyasında “fizyonomi”, İslam dünyasında ise “ilm-i sima” adları verilmiş. Her ne kadar İslam dünyasında “ilm-i sima” ile ilgilenenler azalmış olsa da “fizyonomi” konusu özellikle Batılı bilinçte hâlâ değişik biçimlerde güçlü olarak etkisini sürdürüyor. “İlm-i sima” konusunda ülkemizde çok cılız bir eğilim var ama fizyonominin Batı’da süren etkisi hızla ülkemizde de kendisini gösteriyor.
İnsan Sarraflarının Sırları
Nasıl oluyor da bazı insanlar kısa bir süre gördükleri kişiler hakkında oldukça isabetli tahminlerde bulunuyorlar? “İnsan sarrafı” dediğimiz bu insanlarda olup, başkalarında olmayan yetenek, bilgi veya ilim nedir? İnsan sarraflarının çoğu bu soruyu cevaplayamazlar, çünkü onlar da tam olarak nasıl böyle isabetli tahminlerde bulunduklarını bilmezler. Bu nedenle onların da ağzından sıklıkla “Ben adamı yüzünden tanırım”, “Ben insanı gözünden tanırım” gibi ifadeler duyarız. Gerçekten de öyle midir acaba? İnsan sarrafları insanları gözünden veya yüzünden mi tanır?
İnsan sarraflarının en önemli ortak yönleri insanlarla yoğun biçimde ilişki içinde olmalarıdır ve bu ilişkilerinde genellikle önceden belirlenmiş bir güç dengesi yoktur. Yani insanlarla karşılaşmaları sırasında kimin güçlü, kimin zayıf olduğu, kimin üst, kimin ast olduğu konusunda bir belirsizlik vardır. Bu nedenle bu güç dengesini sıfırdan inşa etmek mecburiyeti vardır. Böyle bir karşılaşma iki pehlivanın uzun süre meydanda birbirlerini süzerek tartmalarına benzetilebilir. Böyle karşılaşmalarda keskin bir dikkate, hassas bir gözleme ihtiyaç vardır. Mesela ticarette mal satan ile alan arasında güç dengesi bariz değildir. Bir tarafın elinde mal vardır, diğer tarafın elinde para vardır. Malı satan, satın alacak olana muhtaçtır, fakat satın alan da mala muhtaçtır. Sürekli bu tip bir karşılaşmanın içinde bulunan tüccarlar arasından insan sarraflarının çıkma sıklığı daha çoktur.
Hekimler de sürekli insanlarla yoğun ilişki içindedir. Fakat işin aslına bakarsak hekimler arasından çok fazla insan sarrafı çıkmaz. Çünkü hekimin sürekli muhatap olduğu insan hastadır ve bu ilişkide güç dengesi çok belirgindir. Hekim gücü elinde bulunduran ve ihtiyaç duyulan taraftır. Hasta ise çare arayan, acı çeken, acısını dindirecek olan hekime üstün güçler atfetmeye hazır olan bir ruh hali içindedir. Bu ilişkide iki pehlivan örneğindeki gibi bir durum söz konusu değildir. Hekim, karşısındakinin muhtaç durumunu bildiği için onu tartma, ondan zarar gelip gelmeyeceğini tespit etme ihtiyacı içinde değildir. Bu güç dengesi düşünüldüğünde hekimlerin her gün onlarca insan görmelerine rağmen insan sarrafı olma konusunda neden çok başarılı olmadıkları anlaşılabilir.
İnsan sarraflarının anlık ve sürekli dikkat melekeleri güçlüdür. İletişim sırasında iletişimin bütün unsurlarına aynı anda dikkat edip, tutarlılığı veya tutarsızlıkları çabuk fark ederler. Sözel ifade ile sözel olmayan ifade arasındaki tutarsızlıkları kolay fark etmeleri karşıdakinin güvenilirliği konusunda verdikleri hükümlerin tutarlı olmasını sağlar. Sözel olmayan iletişimi kullanma konusunda olmasa bile anlama konusunda sahip oldukları yetenek sayesinde beden dili ile veya diğer kanallarla İletilen mesajları hemen algılayıp ona göre tutum değişikliğine gidebilirler. İnsan sarraflarının dikkatleri iletişim esnasında genel olarak kendi hareketlerinden çok karşıdakinin hareketlerine odaklanmıştır. Bu nedenle kendisi ile ilgili kaygısı yüksek olanlar, sürekli her hareketini, mimiklerini kontrol altında tutmaya çalışanlar dikkatlerinin önemli bir kısmını kendi üzerlerine çevirdikleri için karşılarındaki insana yoğun biçimde dikkat edemezler, bu nedenle böyle insanlardan pek insan sarrafı olmaz.
İnsan sarrafları iyi birer gözlemcidirler, karşılaştıkları insanları tepeden tırnağa, çok da fark ettirmeden süzerler. Mesela karşılarındaki insanın ayakkabısındaki çamurdan bile bir anlam çıkarıp ona göre davranabilirler. Bu noktada gözlem yeteneğinin tecrübe ile işbirliği içinde olduğunu da söylemek gerekir. Hiç kimse sahip olduğu doğal yetenekleri sayesinde, bir günde insan sarrafı olamaz. Yetenekler sayesinde elde edilen bilgi parçacıklarının uygun biçimde bir araya getirilebilmesi ve buradan yola çıkarak yorum yapılabilmesi için mutlaka tecrübeye ihtiyaç vardır. Bu tecrübe sayesinde insan sarrafları karşılaştıkları insanları basit kavramlar çerçevesinde kategorize edebilirler ve ekseriyetle yanılmazlar.
İnsan sarrafları genellikle sürekli göz teması kuran insanlardır. Karşılarındaki insan göz teması kurmaktan kaçınıyorsa bunu çabuk fark ederler ve ısrarla göz teması kurmaya gayret ederler. Gözlerini kaçıran kişinin gözleriyle temas halinde kalabilmek için eğilmeleri, boyunlarını uzatmaları, aşağıdan yukarıya doğru bakmaları bazen insan sarraflarının dışarıdan bakıldığında gülünç görünmelerine bile sebep olabilir. Mesela utangaçlığından ileri doğru değil de yere doğru bakan bir kişi ile göz teması kurabilmek için başını bir yana eğip, sonra yukarıya doğru bakıp ısrarla o kişinin görme alanına girme çabası içindeki bir sarraf ne yaptığının farkında bile değildir.
İnsan sarrafları bu şekilde gözlerde yoğunlaşan beden dilini çözmeye gayret ederler.
İnsan sarrafları insan sesinin tonunu, tınısını, ahengini, hangi kelimenin hangi hecesinde artıp hangi hecesinde azaldığını fark etme konusunda da çok yeteneklidirler. Konuşma sırasındaki vurguları kolay fark ederler ve dahası bu vurgunun olduğu andaki beden dili işaretlerini de aynı anda fark edip bu bilgileri hızlı biçimde yorumlayabilirler. Mesela bir kişi “mutlaka” derken “mut” hecesine değil de sondaki “ka” hecesine vurgu yapıp, aynı anda göz temasını kesiyor ve başını bir yana doğru çeviriyorsa ve hatta aynı anda bir elini cebine sokmak üzereyse bu “mutlaka”dan şüphe etmek gerekir. İşte insan sarrafı bunların hepsini aynı anda fark eder ve hızla yorumlar. Geç kalan vurgu kelimenin anlamını zayıflatmakta, göz temasının kesilip başın çevrilmesi sözü söyleyenin huzursuzluğunu göstermekte, elin cebe girmesi de bir şeyleri gizliyor olmanın sembolik ifadesi olmaktadır. Ses ahengi, tonu, tınısı, vurgusu konusunda keskin dikkat sahibi olan insan sarrafı bir vurgunun geciktiğini bir anda fark edip geciken vurguya eşlik eden sözle olmayan ifadeleri hemen yakalar. Aynı zamanda vurgunun olması gerektiği yerdeki beden dili ifadelerini de aynı esnada yorumlar.
İnsan sarrafları bir diyalog sırasında âdeta diyalogun kaydını tutarlar. Bu kayıt sadece ses kaydı şeklinde değildir. Aynı zamanda bütün jest ve mimikler de kayıtta yer alır. Bu sayede diyalogun başından sonuna seyrini de yorum ve tahminde bir dayanak olarak kullanabilirler. Diyalogun başlangıcından sonuna doğru gerçekleşen değişimden pek çok anlam çıkarabilirler. Mesela bir insan diyalogun başlangıcında son derece temkinli ve kontrollü iken sona doğru tamamen kontrolü bıraktıysa bu insanın kolay güvenen, saf biri olduğu hükmüne varılabilir. Başlangıçtaki temkin ve kontrolü de kendi zaafının farkında olmasına bir delil sayılabilir. Buradan da anlaşılabileceği gibi insan sarrafları bir diyalogu sadece kesitsel değil uzunlamasına olarak da çok başarılı biçimde yorumlarlar. Yani sadece bir anlık veriyi ele alıp tahminde bulunmakla kalmazlar, bütün diyalog sürecini bir arada değerlendirerek bir sonuca varırlar.
İnsan sarraflarının sırları kısaca bu şekilde özetlenebilir. Görüldüğü gibi insan sarrafları insan yüzünün sabit şekilsel özelliklerinden değil değişken, yani kişinin kontrolünde olan şekilsel özelliklerinden istifade ederek tahminde bulunurlar. Yani insan sarraflığının da fizyonomi ile, ilm-i sima ile bir ilgisi yoktur.
İnsan sarraflığının ilm-i firaset ile bir ilişkisi olabilir, ama bu ilişki hükmi-tabii firaset ile olan bir ilişki değildir. Belki bazı insan sarraflarının sarraflıklarında riyazi veya ilahi firasetin bir rolü olabilir. Burada açık bir kapı ve gözün göremeyeceği hususlar söz konusudur.
İbn Arabi’nin Feraset Konusuna Bakışı
Batılı fizyonominin İslam dünyasında en etkili olduğu alanların tıp ve tasavvuf çevreleri olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki “Şeyh-i Ekber” de denilen İslam dünyasının gelmiş geçmiş en tanınmış ve önde gelen mutasavvıflarından birisi olan İbn Arabi de “Fütuhat-ı Mekkiye” kitabının 148. bölümünde “Feraset makamının bilinmesi ve sırları” başlığı altında konuyu işlemiştir.
“Feraset”in saldırmak anlamındaki “iftiras” kelimesinden türediğini belirten Arabi, kendine özgü bakışıyla, bunun ilahi bir nitelik olduğunu belirtiyor. Ona göre feraset niteliğine sahip birinden korkulur, kaçılır. Zira feraset sahibi insan karşısındakini kınanacak bir hale sokabilir.
Arabi, bazı insanların feraset sahibi olabildiğini söyler; bu insanlarda bulunan feraseti de “hikemi” (mizaç kaynaklı doğal alametler) ve “ilahi” (ruh, iman ve nefs kaynaklı) olmak üzere ikiye ayırır:
“İlahi feraset müminin iç gözündeki (basiret) ilahi nurdur. Bu nur vasıtasıyla mümin, kendisine keşif olduğunda, ferasete konu olan şeyden meydana gelen hali veya kendisine ulaştırılacak şeyleri bilir. Öyleyse müminin feraseti, doğal ferasetten daha geneldir. Çünkü doğal ferasetin verebileceği nihai bilgi, kötü veya iyi ahlakı bilmek, eşyada ve bütün bedenî hareketlerde acele ve yavaşlığa yol açan durumları öğrenmeyle ilgilidir.”
Bu ifadelerden İbn Arabi’nin de döneminde yaygın şekilde yapıldığı gibi, feraseti ilahi ve doğal diye ikiye ayırdığını, ilahi ferasetle, tasavvuf ehlinin özel önem verdiği “keşf” bilgisinin hemen hemen aynı tutulduğunu görüyoruz. İlahi ferasetle fizyonomi arasında hiçbir ilişki olmadığını, İslam dünyasında itibar gören feraset anlayışının bu olduğunu bir kez daha belirtip vurguluyoruz. Ancak İbn Arabi gibi bir tasavvuf devinin dahi ilahi ferasetten ayrı olarak, doğal ferasete de bir olabilirlik şansı verdiğini, bazı insanların doğuştan gelen, Allah vergisi bu yetenekle karşısındaki kimseye bakarak onun kişiliği ve ahlaki yapısı hakkında doğru çıkarımlarda bulunabileceğine inandığını görüyoruz. Açıkça söylüyor Şeyh-i Ekber: “Doğal feraset sahibi, bir insanın organlarına veya yapısına bakarak, ahmak ve akıllıyı, zeki ve aptalı, öfkeli ve öfkesizi, bayağı olanı ve olmayanı, hilekârı ve güveniliri, bozguncu olanı ve olmayanı tanır.”
Böylece devam eder gider üstad ve sonunda bu alametlerin batıni yorumlarına girişir. Her ne kadar hikemi feraset sahibi hâkimler, doğa bilginleri böyle demiş olsalar da, -kendilerince haklıdırlar- bunun bir de batini ve ilahi ferasetle ilgili boyutu var ve insanın doğasından kaynaklanan kötü ahlaki özellikleri aşmak için başka da yol yok demek ister gibidir. Sözlerini şöyle bitirerek bu kastını apaçık hale getirir: “Ferasette başka bir keşf daha var. Allah âlemde ‘simalar’ (alametler) mertebesini de yaratmıştır. Âdemoğlunun suret ve halleri, ayrılıncaya kadar kendi dönemlerinde oradadır. Bunlar, Kalem ve Levhanın dışındaki tüm ulvi ve süfli yaratıklarda gözlenmiştir. Allah bir kulunu seçip bu makama tahsis etmek isteyince, onun kalbini temizler, açar ve bilhassa imanından aydınlatıcı bir kandili kalbine yerleştirir. Bu kandili ise ilahi isimlerden el-Mümin ve el-Müheymin isimleri aydınlatır. Elinde de bu mertebe vardır. Ulûhiyet mertebesinden olan bu kandili, el-Mümin ismini alır. Kalp bu ilahi ışık vasıtasıyla aydınlandığında ışık, basiret gözünün ışığıyla birlikte, kalbin köşelerine yayılır. Artık kalp, (görmenin şartı olan) bu ışıklar kendisinde bulunduğu için keşf ve mücahede yoluyla idrak edilenleri, idrak edebilir. Kalp söylediğimiz hale ulaşınca, kalbin alanlarından birinde zikrettiğimiz bu mertebe yerleştirilir. Kalp âlemin hareket ve sırlarını buradan öğrenir. ”