‘Zamanın ruhu’ insanın ruhunu döver mi?
Psikiyatrik arşivler, psikolojik rahatsızlıkların tiplerinin ve biçimlerinin zamana göre değiştiğiyle ilgili verilerle doludur. Örneğin İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllar, “anksiyete” (bunaltı) adı verilen, kaygı ve endişe ile seyreden rahatsızlıklar, psikiyatrik tedavi başvurularının çoğunu oluştururlarken, daha sonra umutsuzluk, karamsarlık, isteksizlik gibi çöküntü belirtileriyle seyreden “depresyon” hastalığı, sayı ve önem bakımından öne çıkmıştır. Yine örneğin yaşadığımız yüzyılın başlarında, bugün psikiyatristleri en çok uğraştıran kişilik ve kimlik sorunları neredeyse yok denecek kadar az bulunuyordu. Ama tüm bu gerçeklere rağmen, sanılanın aksine, psikolojik rahatsızlıklarla, yaşanan zamanın görüntü ve olguları arasındaki bir bağıntı, psikiyatristlerin yeterince ilgisini çekmemektedir. Onlar, “zamanın ruhu”nu saptamanın ne denli zor bir iş olduğunu bildiklerinden olsa gerek, daha ziyade, rahatsızlıkların kökeninde şu veya bu şekilde, beynin işleyişinde bir bozulmanın bulunduğunu düşünmekte; araştırma ve incelemelerine bu düşünce rehberlik etmektedir.
Durum böyle olunca, yaşanan zamanla ruh sağlığı arasındaki ilişki konusunda var olan bilimsel bilgi boşluğu, sanatçılar, deneme yazarları, psikolojiye hevesli gazeteciler ve amatör sosyologlar tarafından doldurulmaktadır. Kamuoyu için oldukça cezp edici ve kışkırtıcı olan “yaşanan zamanın ruhu, insan ruhunu nasıl etkiliyor?” sorusuna bu kimseler, cevap aramakta ve bilindiği üzere çoğu kere de bu çok basit (!) cevabı bulmaktadırlar. Kısacası, onlar için “zaman kötüdür”; zaman hep değişir durur ama zamanın kötülüğü yargısı hiç değişmez. Toplumsal bir felaket, kamuoyunda infial yaratan bir olay, alışılması güç bir yenilikle karşılaşınca, yargı hemen hazırdır: “Ne günlere kaldık, oysa eskiden….”, “Toplum olarak çıldırıyoruz.!”, “Bu bizimkisine toplumsal şizofreniden başka ne denir?”, “Yaşadığımız psikozun temelinde kötü yönetimler var” vs., vs…
Özellikle olumsuz toplumsal değer yargılarının oluşumunda ve yayılmasında, psikiyatri literatüründen çokça yararlanılır. Bir insanın bir başkasına öfkesini belirtmek için “hadi oradan kanserli sende” gibi bir ifade kullanmasına hiç rastlamayız ama küfür kabilinden psikiyatrik tanılar, gırla gider. Edebiyatta, medyada, siyaset sahnesinde ve gündelik dilde, ortalık, “psikopat”larla, “geri zekalı”larla, “şizo”larla, “sapık”larla doludur. Psikiyatri, onca çabaya rağmen şizofreninin nedeni hakkında kesin bir sonuca varmaktan henüz çok uzaktır ama “bilici”lerimizin gözünden hiçbir şey kaçmaz; toplumun neden şizofreniye yakalandığı konusunda, kesin bir inançla ahkam kesmeye koyulurlar.
Edebiyattaki sezgi ve yaratımı hariç tutarsak, neden psikiyatrik kavramların böylesine yoğun bir biçimde suiistimal edildikleri hakkında oldukça tumturaklı birçok söz söylenebilir. Ama amacımız amatör psikoloji ve psikiyatri heveslilerini incitmek olmadığından, şimdilik yalnızca bu tür toplumsal değer yargılarıyla yüklü ifadelerin bir bilimcinin ağzından çıkmaması gerektiğini söylemekle yetineceğiz.
Bilimsel bilgi boşluğunun olduğu alanlarda uygun tutum, var olan bilimsel bilgilerden yola çıkarak bazı sezinlemelerde bulunmak ve özellikle sanatçıların bu alandaki sezgilerinden yararlanmaya çalışmaktır. Gelecekte psikolojik rahatsızlıkların alabileceği biçimlerle ilgili olarak, biz de böyle bir yol izleyeceğiz.
2000’li yıllarda psikolojik rahatsızlıkların nasıl bir görünüm kazanabileceğini, şimdiki bilimsel bilgilerimize dayanarak ikiye ayırabiliriz:
Bunlardan birincisi, hayatın değişen görünümlerine bağlı olarak mevcut psikolojik rahatsızlıkların biçimlerinde ne gibi değişiklikler olacağı ve bununla çok yakından ilgili olan psikiyatrik tanı ve tedavi yöntemlerindeki muhtemel gelişmelerdir. Şüphesiz hayatın değişen görünümleri aynı psikolojik rahatsızlığın değişen zaman ve koşullarda kendini farklı biçimlerde ortaya sermesine neden olmaktadır. Örneğin kendi iç dünyasından ve dış dünyadan gelen verileri algılamakta sorunu olan bir şizofrenili hastanın algılama bozuklukları, algıladığı gerçekliğe bağlı biçimler almak zorundadır. Yaşamı boyunca hiç televizyon izlememiş birisinin “düşüncelerinin televizyondan yayınlandığını” söylemesi mümkün değildir. Vakti zamanında depo akıl hastanelerini Napolyonlar ve büyük din figürleri doldurduğu halde, bugün uzaylılardan etkilenenlerin, tuhaf sprituel sanrıları olanların psikiyatri kliniklerine başvur(durul)maları da aynı nedenledir.
Bu açıdan bakıldığında, bilişim sistemlerinde inanılmaz değişiklikler olmuş günümüz teknomedyatik dünyasının psikolojik rahatsızlıkların biçimlerinde yepyeni durumlar ortaya çıkaracağını tahmin etmek hiç de zor değildir. İnsan ilişkilerini hatalı algılayanlar, gününün büyük bir kısmını geçirdiği televizyonun ya da bilgisayarına internetten gelen mesajların karşısında nasıl da allak bullak olacaklardır! Sürekli kendisine çevresindekiler tarafından kötülük yapılacağını düşünen birisi, her yerinden tehlike fışkıran sibernetik bir dünyada kendisini koruyabilmek için internetteki bir web cemaatine sığınabilir mi? Kendisinde olağanüstü güçler gören, neşesinden yerinde duramayan, manik bir hecme geçiren kimse, bilişim ağlarına nasıl mesajlar yollayacak, dahası ondan mesaj alanlar, bu mesajdaki psikopatolojiyi nasıl ayırt edeceklerdir? Acaba gerçek, yüz yüze iletişimde bile insanlar birbirlerine karşı binlerce iletişim kazaları yapıyorlarsa, internetin yüz yüze iletişimden yoksun hayali dünyası, bir süre sonra psikolojik hastalıkların da yayılabilmesi, hastalıklı algı ve düşünce sistemlerinin taraftar bulabilmesi için uygun bir vasat sağlamaz mı?
Kaldı ki, teknomedyatik dünyamızda yalnızca bilişim sistemleri değil, yaşam mekanları, şehirler, ulaşım yolları da olağanüstü bir değişim içerisindedir. Sözümona modern mimarinin tekdüzeliğine, insanları ezen standartlığına karşı isyan hareketi olarak başlamış postmodern mimari ve şehirciliğin şaşırtıcılıkları giderek tüm çevremizi kuşatmaktadır. Kapısının nerede olduğu bile bilinemeyen, daha dış mekanlarından başlayarak algı sistemlerini şaşkın ördeğe çeviren, korku ve belirsizlik yayan dev plazalar; televizyon, bilgisayar, karmaşık elektronik haberleşme ve müzik sistemleri eksen alınarak döşenen evler ve işyerleri; arapsaçına dönmüş trafik, bir uzay istasyonunu andırmaya başlayan hava alanları, çok sık uçağa binme zorunluluğu, hiç değilse insanlar tüm bu alt-üst oluşlara bir uyum sağlayana kadar -acaba bu kaç nesil alacaktır?- belirsizlik ve panik duygusunu kışkırtmazlar mı? Peki bu durumda zaten paniğe elverişli bir yapı sergileyen ve hatta panik rahatsızlığı olanlar, evlerine kapanmaktan başka ne yapacaklardır?
Psikiyatrik tanı ve tedavi yöntemlerinde de, dünyamızdaki hızlı alt-üst oluş kadar değilse bile önemli gelişmeler olmaktadır. Psikolojik rahatsızlıklar sırasında beynimizde neler olduğuyla ilgili bilgimiz, modern tıbbın en hızla artan bilgi türleri arasındadır ve giderek, “haz”, “acı”, “kaygı”, “arzu”, “korku”, “orgazm” gibi mikro-yaşantılar sırasında beynimizde olup biteni öğrenmemiz, imkan dahiline girmektedir. Eğer bu gelişmeler, ilaç sektöründeki rekabet ve atılımlarla birleştirilebilinirse, ruhsal dünyamızı düzenlemek için almamız gereken ilaçları başucumuzdan ve elimizin altından ayıramaz hale geleceğimiz günler uzak değildir. Şimdilik sosyetenin ve meraklısının peşine düştüğü “melatonin” ve “megavitamin” kürleri, bu durumun habercileridir. Şüphesiz bilişim teknolojilerindeki gelişmeler, bir hasta için bir anda uluslararası konsültasyon ağını mümkün kılabilir ve bunun yanı sıra psikoterapistiyle sorunu olan bir kimse, internet sayesinde yepyeni bir tedavi ilişkisi kurabilir. Tüm dünya nasıl evimize taşınıyorsa, psikiyatrik tedaviler de evimize kadar ulaşabilir.
Ancak “gelişme” boyutu, yaşadığımız dünyanın yalnızca bir yüzüdür, diğer yüzde ise, gerilik- yoksulluk, cehalet ve hatta kıyamet vardır. Gelişmiş Kuzey ülkeleri teknomedyatik yeni dünyada yaşama ve bu dünyanın senaryolarını kurgulama hakkına sahipken, yoksul Güney, gelişmeden nasibini almak bir yana, açlığın, sefaletin, çaresizliğin, ideolojik bağnazlıkların kucağına itilmektedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz gelişme ve değişimler, daha ziyade Kuzey’in ve Kuzey’li yaşama tarzının etki alanları için geçerlidir; bu arada Güney ise kendisini bir yandan bu gelişmelerin şaşkın bir izleyicisi olarak, bir yandan da tarihin uçurumundan tepe taklak yuvarlanırken bulacaktır. 2000’li yıllarda Güney insanlarının ve Güney’li yaşama tarzının psikiyatrik yansımalarının neler olabileceği apayrı bir konudur. Büyük ihtimalle onların yaşadıkları zor koşullar, tıpkı bugün itilmişlik ve horlanmışlıkla şiddet ve mafiyöz bağlantılar arasındaki bilinen ama ilk bakışta görünmeyen ilişkilerde olduğu gibi, saldırganlık ve şiddeti, belki de enformatik terörizmi besleyen bir sera etkisi yapacaktır. Büyük ihtimalle biyolojik varlığı korumak için gösterilen canhıraş telaşın toz dumanından, nefret, kan ve gözyaşından insan ruhunun duyarlılıklarını görmek mümkün olmayacaktır.
Acaba 2000’li yıllarda birincisini yukarıda anlatmaya çalıştığımız, mevcut psikolojik rahatsızlıkların alacakları biçim değişiklerinden ayrı olarak, bir de yepyeni rahatsızlık türleri tabloya eklenebilir mi? Bu soruya “hayır” diyebilmek zordur ama “evet” dediğimizde de bunu destekleyen bilimsel kanıt bulabilmemiz aynı ölçüde müşkül bir iştir. Bu konuda ancak sanatçıların sezinleme güçleri işimize yarayabilir. Psikolojik rahatsızlıklar ve geleceğin dünyası arasındaki bağları yapıtlarında temel alan “Çarpışma” yazarı J. G. Ballard’ın (1997) edebiyatçı duyarlığından süzülen sezinlemeleri bunların en önemlilerindendir:
“20. yüzyılı egemenliği altına alan kabusun akılla evliliğinden her zamankinden daha belirsiz bir dünya doğdu…Yaşamımız 20. yüzyılın o büyük, ikiz ana temasının egemenliği altında: seks ve paranoya….
Geleceği, sanki önümüze sunulan çok çeşitli seçeneklerden biriymiş gibi bugüne ekledik. Seçme şansımız artıyor; yaşam biçimleri, geziler, cinsel roller ve kimliklerle ilgili her türlü isteğin anında doyurulduğu, bebeksi bir dünyada yaşıyoruz….
Yaşadığımız dünyayı pazarlamacılık, reklamcılık ve reklamcılığın bir kolu olarak görülen politika, özgün tepkinin yerini televizyon ekranı aracılığıyla deneyimin alması gibi çok çeşitli kurgu türleri yönetiyor. Bizler kocaman bir romanın içinde yaşıyoruz…
Eskiden, ne denli karmaşık ya da belirsiz olursa olsun, dış dünyanın gerçekliği temsil ettiğini ve zihnimizdeki iç dünyanın, düşlerin, umutların, arzularınsa düşlem ve imgelem alemini temsil ettiğini varsayardık. Bence bu roller yer değiştirdi. Çevremizdeki dünyayı ele almanın en akıllıca ve en etkili yolu, onun bütünüyle kurgudan oluştuğunu varsaymaktır- ama aksine, bize kalan küçük bir parça gerçek kafamızın içindedir. Freud’un düşlerdeki gizliyle açık, görünürle gerçek arasındaki o alışılmış ayrımının, artık gerçeklik olarak adlandırılan dış dünyaya uyarlanması gerekiyor…”
Yepyeni bir dünya resmediyor, bunları yeni tür bilim-kurgu yapıtlarında ayrıntılarıyla ele alıyor, Ballard. Üstelik onun bu sanatçı sezinlemeleri, yaşanılan dünyanın, cinsel deneyimler de dahil olmak üzere simülasyon olduğunu ileri süren Jean Baudrillard ve uygar, bilime dayalı bir görüntünün arkasında vahşi, kültür düşmanı bir barbarlık çağını yaşadığımızı söyleyen Michel Henry gibi düşünürlerin görüşleriyle çakışıyor. Yalnızca onlarla değil, geçmişteki nörotik arazlar yerine şimdi artık kimlik ve kişilik sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldıklarını söyleyen psikiyatri profesyonellerinin saptadıkları gerçeklerle de çakışıyor… Eğer tüm bunlar, insanlığın yöneldiği ve bugünden tam anlamıyla göremediğimiz bir yönün işaretleriyse, insan ruhunu yepyeni psikolojik rahatsızlıklar bekliyor olabilir: cinsellikte ve insan ilişkilerinde giderek normalleştiği öne sürülen vahşetin böyle bir dünyada bile kabul edilemeyecek biçimlerinden müteşekkil, yeni psikolojik rahatsızlıklar…
Kaynak: Defter Dergisi, Kış 1998, sayı:32