Zamanın ruhu, insanın ruhunu döver mi?
1998 senesinde, yani 24 yıl önce ve Türkiye’ye internetin gelmesinden yalnızca dört yıl sonra, yazdığım bir yazının başlığa da bu okuduğunuz yazıyla aynıydı: Zamanın ruhu, insanın ruhunu döver mi?
O yazıda da yanıtı aranan soru şuydu:
Teknolojideki gelişmeler inanılmaz bir hızla cereyan ediyor, ona bağlı olarak toplumsal yaşamda büyük bir değişim ve hatta altüst oluşlar yaşanıyor. Tüm bunlar olup biterken acaba insanın psikolojisinde ne gibi değişimler ortaya çıkıyor ve çıkacak?
Hayal gücümün sınırlarını da zorlayarak o günden bugünlere bu soruya yanıt ararken aklımdan geçenleri şöyle özetlemek mümkün: Psikolojik rahatsızlıkların tipleri ve biçimleri zamana göre değişti; örneğin İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllarda, “anksiyete” (bunaltı) adı verilen, kaygı ve endişe ile seyreden rahatsızlıklar, daha sonraki yıllardaysa umutsuzluk, karamsarlık, isteksizlik gibi çöküntü belirtileriyle seyreden “depresyon” hastalığı öne çıktı. Buna rağmen psikiyatri “zamanın ruhu”nu anlamaya çalışmak yerine rahatsızlıkların kökeninde bireyin psikolojisinde (beyninde) bir bozulmanın bulunduğu düşüncesinin izini sürmeye devam etti.
2000’lerde, psikolojik rahatsızların neler olabileceği sorusu kurcaladı bu kez zihnimi. Bilişim sistemlerinin, arapsaçına döneceğini öngördüğüm şehirlerin mevcut psikolojik rahatsızlıkların biçimlerini değiştireceğini, saldırganlığın şiddetin artacağını, o zamanlar pek yaygın olmayan “melatonin” ve “megavitamin” kürlerinin yayılacağını, uluslararası konsültasyon ağının mümkün olabileceğini ayrıca belki de yepyeni psikolojik rahatsızlık türlerinin ortaya çıkabileceğini tahmin etmiştim.
Artık insanın hayal gücünün dahi hızına yetişemediği bir dünyada yaşıyoruz.
Tekno-medyatik dünyanın iki gerçeği
Çeyrek asırdır yaşadığımız zamanları “tekno-medyatik dünya” diye adlandırıyorum.
Yeni teknolojilere uyum çok hızlı, internetsiz bir hayat ise düşünülemez. “Bu dünya, yeni bir deniz; eskisinden tamamen farklı olma özelliğiyle ‘yeni’; her birimizi içindeki balık kılacak kadar kapsayıcı olması hasebiyle de ‘deniz’… O yüzden “yeni denizin balıklarıyız” demiş ve “bu yeni denizi anlamadan psikolojilerimizi değerlendirebilmek mümkün değil,” tespitini 2017 yılında İnternet ve Psikolojimiz: Tekno-medyatik Dünyada İnsan adlı kitabımda yapmıştım.
Fakat yeni denizin balıkları olduğumuzu, bu yeni denizi tanımamız gerektiğini belirtip durduğuma bakmayın. Buna imkân bulunmadığını da biliyorum. Bakın daha interneti anlayamadan “yapay zeka”yı ve “metaverse”i konuşmaya başladık bile… 2022’deyiz ve yaşadığımız dünyayı bilişim teknolojilerindeki gelişmeler belirliyor, başta biyoteknoloji ve genetik olmak üzere diğer alanlardaki teknolojik ilerlemelerin temelini de onlar oluşturuyor. Geleceğimizi bilişim teknolojilerinde çalışan mühendislerin, süreci yöneten firmaların ellerine bırakmış durumdayız.
Tekno-medyatik dünyanın temeli olan bilişim teknolojilerinin başyapıtı, sanallık. Önceden telgraf, telefon gibi aygıtlar, haberleşmemizi kolaylaştırıyor diye sevindiğimiz ve bu nedenle sevdiğimiz bilişim teknolojileri, şimdi hayatı kolaylaştırma amacını çok ama çok aştı.
Yüz yüze iletişimin yerine ikame, aynen ona benzeyen yeni bir iletişim tarzı inşa ediyor. Sesleri, görüntüleri sadece en hızlı biçimde taşımıyor; dilerse(k) onları depolayıp, istediği(miz) kadar büyütüp küçültebiliyor ve hatta değiştirebiliyor(uz). İster internet ortamı, ister dijital ortam veya “siber-alan”, “siber-uzay” gibi adlar verelim, karşımızdaki, içimizdeki, dışımızdaki, her yerdeki bu iletişim ortamı, görüntü olarak sunmaya çalıştığının aynısı olmaya çalışıyor. Bu anlamda “gerçek” ama hepimiz biliyoruz ki, “hakikatin ta kendisi” değil. İnternetteki “biz”, gerçek bedensel varlığımız olarak “biz” değiliz; orada bedenimizle bulunmuyoruz, bizim için geçerli olan bu durum karşımızdaki(ler) için de geçerli. Karagöz oyunundaki şahsiyet sembolleri nasıl hayal perdesindeki temsiller ise, onlar da bizim hayal dünyamızdaki temsillerimiz. O yüzden bu yeni iletişim ortamına “sanal” diyoruz. Ama haksızlık etmeyelim, Karagöz oyunundan farklı olarak buradaki oyunun senaryosunda bizim hakiki hayatımızın payı büyük. Karagözcü kadar biz de senaryoda pay sahibiyiz.
Hayat internette klonlanırken
Bilişim teknolojilerinin sunduğu imkânlar sayesinde sanallık, gün geçtikçe daha çok hayata benzeyen bir ortam olmaya başlıyor; sanal ilişkiler de her geçen gün daha fazla gerçek ilişkiyle karışıp onun yerini alıyor.
Dün internette yalnızca yazışabiliyorken, bir süreden beri konuşuyor, görüşüyoruz, başkalarının bilişim materyallerini karşımızdaki ortama aktarabiliyoruz. İnternet hayata benziyor, hayatı ekrana taşıyor, gözümüzün önüne getiriyor. Hayatın yerini alıyor, hayat internet oluyor. Sanallık, gün geçtikçe daha çok hayata benzeyen ortamlar sunuyor, biz o ortamları “hayat” olarak algılıyoruz. Sanal ilişkiler artan bir hızda olağanlaşıyor, eski yüz yüze iletişime eklemleniyor, onun bir parçası oluyor. Genetik, çaktırmadan insan kopyalamaya çalışırken, internette hayat klonlanıyor.
İnternet giderek her işimizi orada göreceğimiz bir ortam hâline geliyor. Birçoğumuz alışveriş, bankacılık ve yolculuk işlemlerini oradan yapıyoruz; orada gazete ve dergi okuyor, sohbet ediyor, oyunlar oynuyoruz; eğlenmeye, hatta bir eğitim programını sürdürmeye çalışıyoruz. Bu yer değiştirme, daha doğrusu hayatın insanlık tarihinde ilk kez böylesine sanal bir boyut kazanması, dilimize de yansıyor. İnternetteki yapıp etmelerimizle ilgili ifadelerde de açık biçimde görülüyor bu yeni durum. İnternette kullandığımız şu ifadelere bakın: “Bir yere gitmek”, “gezinmek”, “yolculuk”, “sörf yapmak”; “siteler”, “yerleşimler”, “dünyalar”, “odalar”, “alanlar”…
“Hayatın bürokrasisi” diyebileceğimiz bankacılık, eğitim vs. gibi alanlardaki gündelik işlerimizi internetin sanal ortamında, iletişim teknolojisindeki inanılmaz hızın getirdiği avantajlardan yararlanarak yapmak, şüphesiz çok yararlı. Ama ilk bakışta çok yararlı gibi görünen şeylerin zararlarını ve risklerini henüz göremiyor olabileceğimizi de bir kenara kaydedelim.
İnternetin bazı sorunlar da getirdiği, hayatımızı hiç değilse şimdilik karıştırdığı kesin. “Hayatın dinamiği” adını verebileceğimiz iç dünyamızın kendisiyle ve diğer kimselerle ilişkilerini internet üzerinden yapmaya kalktığımızda karşılaşıyoruz bu sorunlarla. İnternet ilişkileri, gerçek hayattaki ilişkilerin iyi bir taklidi değil, hatta birbirlerinden oldukça farklılar. O yüzden bizim neslimiz yani internetin doğuşuna akıl baliğ olduktan sonra tanık olanlar, afallayıp kalıyor, internetteki ilişki ortamında birçok sorun yaşıyor. İnternet ortamına doğan nesil ise internetin hayatla iç içe olduğunu, ayrılamazlığını çok iyi biliyorlar. Biz nasıl kendi çağımızın teknolojisi olan daktilo, dikiş makinesi gibi araçların kullanımında onlardan daha iyiysek, onlar da klavye başında döktürüyorlar.
Teknoloji vs. ontoloji
Sosyolog Zygmunt Bauman, modern zamanların önceki devirlerinden günümüzün farkını anlatabilmek için “akışkan” tabirini kullanıyor. Tekno-medyatik dünya çevremizde, biz ise onun içinde akıp duruyoruz. İnternete, ilişkilere mütemadi bir akışkanlık içinde bağlanıyoruz. Haz ve hıza bağlılığımız ilişkilerimize de yansıyor. Dijital teknolojilerin diliyle, ilişkilerimizi anlatmaya çalıştığımız dil yakınlaşıyor ve nihayet bu kelimeler birbirinin yerine geçmeye başlıyor.
Bauman’a göre gerçek ilişkiye sahip olmayan günümüz insanı, özgürlük ihtiyacını ve aidiyet açlığını eş zamanlı olarak gidermeye çalışıyor. Ama bunun imkânsız olduğunu görmüyor; başvurduğu yollar bu iki özlemin yenilgilerini gizleme çabalarıyla dolu. İki ucu keskin bıçak gibi ilişkilerde, düş ile kâbus arasında gidip geliyor. Deneyimini ve insan ilişkisinden beklentisini “ilişkiye girme”, “ilişki yaşama” terimlerinden ziyade, “bağlantıda olma”, “hatta kalma” sözleri ile açıklıyor. “Eş”ten ziyade artık bir “ağ”dan söz ediyor. “Kendine bir ağ oluşturma”ya, ve bu “ağ üzerinde sörf yapma”ya çalışıyor. “Bağlantı” dediği ise, sanal ilişki; kolayca girilip çıkılan, ayrıca bakım, özen ve ciddiyet gerektirmeyen, şık ve kullanıcı dostu “delete” tuşuna basınca kurtulması mümkün bir ilişki.
Psikoterapiler de çeyrek asır önce işaret ettiğimiz gibi, bu ihtiyaçlara uygun biçimde kendilerini yeniliyor. Olabildiğince kaygıyı ve korkuyu ortadan kaldırmaya, anlık ve keyifli yaşantıları artırmaya yönelik girişimler göze çarpıyor; bazı madde bağımlıklarının “keyif” adına psikolojik rahatsızlık olmaktan çıkarılma çabalarına tanık oluyoruz.
“Plaza” ve bir de “alışveriş merkezi” yapıları, tekno-medyatik dünyadaki zihin mimarimizi anlamak için çok önemli. Gerek çalışanın, gerek iş veya alışveriş amacıyla orada bulunan kimsenin ruh hâlini anlayabilmek için orada olup bitene şöyle bir bakmanız, birazcık kafa yormanız yeter.
Plazalarda, bir an önce alışveriş merkezlerine dalmak, orada hayatımızı yaşamak (!) için bulunuruz. Alışveriş merkezleri nasıl dileklerin kısa süreli uyanma ve sönme hızları dikkate alınarak tasarlanmışsa, ilişkilerimiz de artık bu tasarıma ayak uydurmak zorunda. Kısa süreli istek ve arzularımıza göre şekillenir her şey. Aramızdaki bütün hikâye bize en yüksek keyfi vermeli ve mümkünse keyif biter bitmez de sona ermelidir. Bu durumu tıpkı günümüzün borsasındaki işleyişe benzetiyor Bauman: “Hisseler satın alıyorsunuz ve onları bir değer artışı görülene dek elinizde tutuyorsunuz, sonra kârlar düşer düşmez ya da başka hisseler yüksek bir gelir habercisi olduğunda alelacele satıyorsunuz (bütün numara, uygun anı kaçırmamakta)”.
Bugün ilişkilere de tıpkı yatırım aracı gibi bakıyoruz. Evet, biz bir işletmeyiz, ilişkilerimiz de işletmemizin verimini arttırmaya yarayan bir pazar. Evet, insan ilişkilerindeki hâlimizle internetteki ve borsadaki hâlimiz birbirinden farklı değil. Ancak bir yandan da hâlâ bağlanmayı, evli kalmayı, dostluklarımız olmasını istemeye devam ediyoruz. Bu dünyada bizi tanımlayan, kimliklendiren bağlarımız, ilişkilerimiz olsun istiyoruz. Muhtemelen bu yüzden bir kısmımız siyasi-ideolojik fanatizmler geliştiriyor, keskinleşiyoruz, bir kısmımız da markaların, takımların, şöhretlerin fanları olmaya çalışıyoruz. Sessiz kalanlarımız belki hâlâ çoğunlukta ama onlar da mutedil, hoşgörülü, feraset ve basiret sahibi çoğunluk mu bilmiyoruz. Bilsek de daha ne kadar öyle kalacaklarından emin olamıyoruz.
Özgürlük ve aidiyet ihtiyacını aynı anda gidermek mümkün mü?
Bauman’ın teknolojideki değişimlerin nasıl toplumsal ve bireysel psikolojiye yansımaları hakkındaki bu tespitleri muazzam. Onun bu tespitlerini psikolojiden bakarak biraz daha açmamız ve bazı ilaveler yapmamız mümkün. Mesela ilişkilerin doğası tamamen değişti, insanlar yine de evlenmekten vazgeçmediler tespiti doğru ama aynı zamanda “sık boşanan, sık evlenen toplumlar olmaya doğru gittiğimiz, hatta hetoroseksüel gençlerin artık evlenmek istemedikleri göz önünde bulundurulduğunda bir yalnız (solo) yaşayanlar toplumu olmaya yöneldiğimiz de bir gerçek. Bunların nedeni de büyük ihtimalle dijital ortamlardan gelen yaygın sosyal ağlara ve sanallığın egemenliğine dayalı…
Aynı şekilde, özgürlük ve aidiyet ihtiyaçlarını aynı anda karşılamaya kalkan günümüz insanı, teknolojinin ve teknolojiye hükmedenlerin eline esir düştüğünün farkında bile olmaksızın uçarılık yürüyüşünü sürdürüyor. Akademi de bu savruluştan, rüzgâra kapılmışlıktan payını alıyor. Felsefesizlik, iyi hayatın ne olduğunu sorgulamama en yetkin zihinlerde de kendini gösteriyor. Teknik aklı kimse artık sorgulamıyor, tam tersine teknolojinin yeniliklerini, önceki nesillerin nasiplerinde olmayan büyük bir imkân olarak görüyor. Teknik akıl, arkasındaki kapitalist çıkar tarafından da sürekli kışkırtılarak tüketiciye (bize) yeni yaşama ufukları, değişim fırsatları sunmayı sürdürüyor. Neler yok ki, sunulanların arasında!…
Sanallığın gerçeğin yerine geçmesi, ondan daha üstün kabul edilmesi, yaşam dünyamızı ve ilişki sistemimizi allak bullak ediyor. Kim olduğumuz, nereden gelip nereye gittiğimiz sorularını aklımıza getirmek dahi istemiyoruz. Geldiklerinde de baştan savmak için sanal aidiyetlerimizi öne sürüyoruz; sosyal medyada tutunduğumuz ağları, aldığımız beğenileri kendimizi yatıştırmakta kullanıyoruz, olmadı, bize benzeyenlere sıkıca sarılıyor, fanatizme tutunuyoruz. Sosyal ağlarda öfkemizin zehrini dilediğimizce akıtıyoruz. Daha da olmazsa iç-dünyamıza döndüğümüzü sanıp bedenimizle oyalanmaya başlıyoruz. Hem de nasıl oyalanma zira bedenimizi değiştirmek konusunda tıbbi teknolojiler o kadar çok tercih fırsatı veriyorlar ki bize. Seç dilediğini!… Cinsiyetini bile değiştirebilirsin hatta… Bu bağlamda estetik ve cinsiyet değiştirme ameliyatlarının ve yeni cinsel kimlik sunumlarının kimsenin hayal edemediği boyutlara ulaşmasını dikkatlerinize sunarım. Arzu akışını sere serpe özgür bırakıp arzu tatminini birinci amaç olarak belirleyen bir ideolojik atmosfer için de tüm bu seçimlerine de kılıf bulmakta, meşruiyet kazandırmakta zorlanmıyorsun. Zorlanır gibi olursan da benzeri yolardan daha önce geçmiş ve bir araya gelerek örgütlenmiş yoldaşlar hemen imdadına yetişiyor… Bu dünyanın içine doğan çocuklar, akıllı aygıtlara ve oralardan öğrendiklerine, ebeveyninden ve geleneksel değerlerden daha çok kıymet veriyorlar, her şeyin, bu arada insan bedeninin ve cinsiyetinin değişebileceğine inanıyorlar. Ama kimse, tüm bu anlama ve algılama değişikliklerinin teknolojideki değişikliklerle paralel gittiğini, teknik akla teslimiyetimizi görmek istemiyor, üstelik insanlar özgür iradeleriyle buna karar verdiklerini sanıyorlar.
Teknolojiye böylesine düşkünlüğümüzü, kayıtsız şartsız ona teslim olmamızı gerçekten anlamıyorum. “Bilimsel”lik kılıfına büründürülmüş yeni bir ideolojik dalga tüm bunları açıklamak için yeterli mi bilemiyorum. Bu konular üzerine özellikle felsefe ve psikolojik bilimlerin çok kafa yorması gerekli. Ama tekno-medyatik dünyadaki bu devasa değişimin son evresine girdiğini söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bu evrede artık temel çelişki, teknoloji (ve arkasındakiler) ile ontoloji arasında cereyan ediyor. İnsanlar, toplumlar bu temel çelişkiye göre saflarını belirliyor ve nihai savaşa hazırlanıyorlar. Kendi adıma henüz kimin kazanacağını bilemediğimi söyleyebilirim.
Psikoloji ve psikiyatri neleri göz ardı ediyor?
Sonuç olarak, yepyeni bir dünya ile karşı karşıyayız daha doğrusu içindeyiz. İnsan aklı hiç böylesine yüceltilmedi ama aynı akıl, belki insanlık tarihinde ilk kez yaşanılan hayatı sorgulama vazifesinden firar etmiş vaziyette.
Beşeri bilimler ve bu arada psikoloji ve psikiyatri, tıpkı 25 yıl önce olduğu gibi sanki hiçbir şey olmuyormuş havasındalar, zamanın ruhu ile hiç ilgilenmiyor, modası geçtiğini bile bile eski teoriler hâlâ geçerliymiş gibi yapıyorlar. Ben onların bu hallerini “bilimsel muhafazakarlık” diye adlandırıyorum.
Özel olarak günümüzde psikolojik rahatsızlıkların, psikiyatrinin durumuyla ilgili konuşacak olursak, 25 yıl önce söylediklerimize ilaveten çocuk psikiyatrisinde “dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu” ve otizm tablolarına ilginin ve bu rahatsızlıkların görülme sıklığının çok arttığını söyleyebiliriz. Ayrıca cinsel kimlik bozuklukları ve internet bağımlılığı da dâhil olmak üzere davranışsal bağımlılıklara ne denileceği ve nasıl yaklaşılacağı konusunda tedirginliğin de artık katlanılamaz boyutlara vardığını gören gözler görüyor ama tüm bunların yaşadığımız tekno-medyatik dünya ile doğrudan ilişkili olduğunu egemen psikiyatrik bakış görmemekte ısrar ediyor. İnsan ilişkileri, aile ve eş ilişkileri böylesine değişmiş ve değişmekte iken gelişim teorilerindeki psikoterapilerdeki “bilimsel muhafazakârlık”ın ve hâlâ eski bilgileri geçerli sanmanın psikolojik bilimleri komik durumlara düşürebileceği görüşünde de ben ısrar edeceğim.
Kaynak: fikirturu.com