Ay Aydın İçinde Kalasın

Ay Aydın İçinde Kalasın

Bizim köyde güzel bir haber alan kimseye birçok yerde olduğu gibi, “Gözün aydın!” denir. Gözü aydın olacak kadar güzel haber alan kimse ise sevinci ortak kılmak, benzerini karşısındaki için dilemek için “Ay aydın içinde kalasın!” diye cevap verir. Muazzamdır. Türkçemizde ışık, ay ışığı, aydınlık manasındaki “aydın” kelimesi, 1935’ten sonra “münevver” karşılığı olarak da kullanılmaya başlandı. Pek münasiptir. Ama keşke kelimesi kadar aydınlarımız da güzel ve milletimize layık olaydı!…   

Bu ülkenin en mühim meselesi nedir?” sorusuna, epeyce bir zamandır tereddüt etmeden “aydınlarımızın hali” diye cevap veriyorum. Sürekli üzerinde konuşup durduğumuz problemler, aydın meselemizin yanında, öylesine küçücük kalıyorlar ki… Ne ahlaki meselelerde gösterdiğimiz zafiyetler, ne gösteriş ve şatafat merakımız, ne dört dörtlük şiddet kültürü özellikleri taşımamız ne de demokrasimizi zayıf düşüren hususiyetler, cesamet ve önem açısından aydın meselemizin eline su dökebilir.

Hangi taşı kaldırsak karşımıza “aydın problemi” ortaya çıkar. Sorun yaşadığımız hangi konuyu ele alsak, görüşlerimizin sonuna “eğer aydınımız üzerine düşenleri layıkıyla yapmış olsaydı, bu durumda bulunmazdık” diye bir bitiriş cümlesi koyabiliriz. Mesela sözüm ona kendilerine “aydın” diyen okuryazarlarımızın, en çok eleştirdikleri, gülerek, eğlenerek anlattıkları mevzulara şöyle bir bakalım. Milletimizin demokrasi mücadelesinin ağır aksak ilerleyişinden, güçlü bir sivil topluma sahip olamayışımızdan, böylesine lider-merkezli halet-i ruhiyemizden yegâne değilse de ama asıl mesul olanın, bizatihi kendilerine “aydın” diyenler olduklarını görürüz. Ama onların bir kısmı, sorunlardaki kendi paylarını görmek yerine, halkı küçümseyen tavırlar takınmayı, toplumun dertlerini çözsün diye öne çıkarıp karizma yüklediği kişileri alaya almayı, “diktatör” vs. gibi kulplar takarak itibarını zedelemeyi tercih ederler. Bilginin iktidar demek olduğunu söyler dururlar ama gelgelelim ama ne vesayet sisteminden bahsederler ne de cehaletin bizatihi kendilerinden kaynaklandığını anlamaz, anlamak istemezler. “Asker, sivil aydın zümre” üzerine çok konuşurlar ama her türlü oligarşik yapının, diktatoryal zeminin meşrulaştırıcısının kendileri olduğunu akıllarına dahi getirmezler.

Keşke böyle olmasalardı, zorluklara göğüs germeyi, sıkıntılar pahasına millete meşale olmayı becerebilselerdi! “Yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmez” sözümüzü doğrularcasına millete karşı pozisyon almak yerine, onlarla birlikte yürümeyi tercih edebilselerdi. Aydın problemimizin birçok nedeni var, buraya bir anda gelinmedi; nedenler ise milletimizin Batı’nın meydan okumasına cevap üretememesinde ve tarihsel psikolojimizde saklı. (Bu konudaki değerlendirmelerimizi ilk olarak Deniz Gürsel mahlasıyla Türkiye Günlüğü’nün 28 ve 29.cu sayılarında yazmış, daha sonra da “milletin organik aydını” başlığıyla birçok platformda dile getirmeye çalışmıştık.)

Aydın kimdir?

Kimdir bu aydın, nedir onu bu kadar önemli, değerli, vazgeçilmez kılan? “Aydın”ı doğru tanımlayamazsak, sonraki değerlendirmelerimiz de hatalı olacaktır. Aydını en kısa biçimde “’toplumun en yüksek kolektif zihinsel ürünü’, diyebileceğimiz hasılayı şöyle veya böyle bünyesinde taşıyan kişi” diye tanımlayabiliriz.

Bu tanımda toplum ve yüksek zihinsel ürün olmak üzere iki nokta öne çıkıyor; bunları biraz açalım: Hepimizin insan teki olarak geçmişimize dair güçlü duygusal bağlarla belirlenen bir hafızamız ve geçmişimizden ve şimdimizden yola çıkarak geleceğimize dair beklentilerimiz, ufukta görüş alanımızda beliren hususlar vardır. Bunların tamamı bizim kendi kişisel zihin kapasitemiz olarak yaşanır ve algılanır. Hepimizde Allah vergisi şu veya bu şekilde bir zihinsel kapasite bulunur ama bazılarımız bu açıdan daha avantajlıdır. İnsanın yaratılışı icabı zihinsel, entelektüel kapasitesi ne kadar artarsa, bu sayılan hususiyetleri daha bir kabarır, öne çıkmaya, görünür hale gelmeye başlar. “Aydın” dediğimiz kimsede bu hususiyetler çok ön planda olmakla birlikte, o bunları kendisinden ziyade içinde yaşadığı, ait hissettiği toplum için, onun adına da harekete geçirebilen insandır. Toplumla kurduğu kader bağı, onun adına da düşünebilme yeteneği bir entelektüeli, aydın yapar.

Aydın, düşünme faaliyetini varlığı anlamak için sürdüren düşünürden de, maddi ilişkilerin belirlenimlerini keşfetmeye çalışan bilimciden de farklı bir kimsedir. O, daha ziyade siyasetçiye yakındır; siyasetin içinde fiilen yer alsa da almasa da siyasetçinin pratik akılla yaptığını teorik akılla yapan kişidir.

Aydın, kişisel kimlik itibariyle bir parça “siyasi lider”leri andırır; o hem kendisidir hem de toplum adına söz alması, zihinsel yeteneklerini, sezgilerini toplum için kullanmasıyla kendisinden daha fazlası olan bir kişiliktir.

Organik aydın ve milletin organik aydını

Aydın, bir toplumun en yüksek kolektif zihinsel ürünüdür ama konumu toplumun bir parça önünde olduğu, kısmen ondan ayrıştığı için toplumla bağı, bir yandan da olmazsa olmaz nitelikteyken bir yandan da çok naziktir. Öylesine nazik ve narindir ki, birçok aydın da kolayca kopuverdiğine şahit oluruz. Aydının yol gösterici niteliği, toplumla bağı koptuğunda yani organik vasfını yitirdiğinde o, ya kendisinden başkasıyla ilgilenmeyen, kendini beğenmiş bir sinik ya da topluma benim dediklerimi yapmıyor diye kızıp köpüren bir despot haline dönüşür. Toplumla bağının kopuk olup olmamasına göre aydınları organik olanlar ve olamayanlar diye ikiye ayırabiliriz.

Bilindiği gibi “organik aydın” kavramının mucidi, İtalyan Marxist düşünür Antonio Gramsci’dir. Gramsci, Karl Marx’ın düşüncelerini birkaç yerden kırıp baş aşağı ederek, bilinen skolastik Marxizmden bambaşka sonuçlara ulaşıyor; devlet-toplum ve aydınlar arasındaki ilişkilerde açıklayıcı gücü oldukça yüksek yepyeni bir teori ortaya çıkarıyordu.

Gramsci, sınıf farklılıklarının dolayısıyla devlet ile sivil toplum arasındaki bir ayrımın bulunmadığı komünist topluma ait inancını koruması noktasında, kesinkes Marxisttir; bu bağlamda bizim onunla hiçbir alakamız olamaz. Fakat o, sınıfsız toplum hedefine nasıl ulaşılacağı konusunda öyle farklı bir teorik şema ortaya koyar ki, neredeyse Marxizmle hiçbir ilişkisi kalmaz. İşte bu nokta, bizi Gramsci ile sıkı bir şekilde bağlantılandıran noktadır.

Yine bilindiği gibi Karl Marx, sivil toplum anlayışını Hegel’den türetmektedir. Hegel’de sivil toplum, sefahatin, sefaletin, fiziki ve ahlaki bozulmanın hüküm sürdüğü ve bu yüzden mutlaka devlet gibi aşkın bir organizasyonun müdahalesine ihtiyaç duyan bir alandır. Marx, Hegel’i baş aşağı ederek, yani onun devlete verdiği önceliği sivil topluma vererek, sivil toplumu, toplumun yoğunlaşmış ve örgütlü gücü olan üst-yapıdaki devleti düzenleyen ve şartlandıran maddi ilişkilerin bütününün cereyan ettiği, ekonomik alt- yapı olarak kavrar. Bu anlayıştan da skolastik Marxizmin sınıf mücadelesini ve zora dayalı bir devrim yoluyla devletin yıkılmasını esas alan, Leninist devlet ve devrim anlayışları ortaya çıkar.

Gramsci’nin sivil toplum, devlet ve devrim konusundaki fikirlerinin ise, Marx’ın bu bakışıyla ilgisi, öyle kolayca kurulabilecek cinsten değildir. Çünkü Gramsci, sivil toplum anlayışını yine Hegel’den ama bu kez onun başka bir tezinden yola çıkarak oluşturmaktadır. Bu Hegelci tez, devletin ahlaki temellerinin sivil toplum içerisinde yerleşmiş olduğu tezidir. Gramsci, bu tezden hareketle, sivil toplumun bir alt-yapı değil, üst-yapı oluşumu olduğunu ileri sürerek Marx’la taban tabana zıt bir sonuca varmaktadır. Üstelik o, bununla da yetinmeyerek, Marksist teoriyi en sağlam olduğu yerden, tam belinden kırmakta; alt-yapının belirleyici olduğu şeklindeki aforizmayı, şiddetle reddetmektedir. Gramsci’ye göre, bencilliğin ve hırsın alanı olan saf ekonomik alandan (yani alt-yapıdan), etik-siyasi alana (yani üst-yapıya) geçmek demek, objektif ve mecburi olandan, subjektif ve özgür olana geçmek demektir. Bir başka deyişle, üst-yapı, alt-yapının insanı baskı altına alan, eritip bitiren, pasifleştiren dışsal gücünün etkisinden kurtularak, yeni bir etik-siyasi biçim oluşturma imkanı sunan, bir inisiyatif kaynağıdır; dolayısıyla maddi şartları dönüştürebilen ve onun üzerinde belirleyici olan bir alandır.

Gramsci’de üst-yapı, alt-yapı karşısında belirleyici bir konumda bulunmakla birlikte, aslında kendi içerisinde birisi olumsuz, diğeri olumlu iki unsurdan meydana gelir. Üst-yapıdaki olumsuz unsur, doğrudan egemenliğin, zorun ve tahakkümün aracı olan devlet (siyasi alan); olumlu unsur ise, rızaya dayalı hegemonik ilişkilerin alanı olan sivil toplumdur. Ekonomik alt-yapıda ve siyasi alanda burjuvazi, egemenliğini az çok tam olarak sağlayabilirken, sivil alanda her zaman siyasi, ahlaki ve fikri bir hegemonya kurması mümkün değildir. Gramsci’nin kavramlarıyla söyleyecek olursak, siyasi iktidarını meşrulaştırabilmek için, ideoloji vasıtasıyla, sivil toplum içerisinde yer alan kendisinin dışındaki sınıfları da peşine takabilecek ve onlarla bir tarihsel blok oluşturabilecek bir hegemonya peşinde koşan burjuvazi, bu amacına her zaman öyle kolay ulaşamaz. Çünkü sivil toplum, burjuvazinin iktidarını meşrulaştırmaya yarayan ideolojilere yataklık ettiği kadar, muhalif kimselerin devletin tahakkümüne maruz kalsalar bile, yeni bir ideoloji, yeni bir tarihsel blok ve yeni bir tarih oluşturmak fırsatına sahip oldukları bir özgürlük alanıdır. Önemli olan, burjuva iktidarının hegemonyasının dayandığı ideolojiyi ve tarihsel bloku kırarak, sivil toplumun içerisinden diğer sınıfları da etkileyen yeni bir dünya anlayışının ve yeni bir tarihsel blokun oluşturulması sayesinde, devlete ihtiyaç duymayacak bir siyasi ve sivil toplum kaynaşması meydana getirebilmektir.

Gramsci’ye göre, sivil toplum içerisindeki hegemonya mücadelesinin yani siyasi ve kültürel öncülük mücadelesinin ana motoru, yeni bir dünya anlayışının oluşturucuları ve yaygınlaştırıcıları olan organik aydınlardır. Yeniyi temsil eden bu organik aydınlarının karşısında elbette kurulu düzenden yana olan, onun devamı için bilgi üreten burjuva aydınlar da bulunmaktadır. Sivil toplum içerisindeki bu mücadelenin sonucunda, yeni bir hayat biçimi filizlendikçe, siyasi toplum (devlet) geriletilmiş ve nihayet siyasi işlevlerini adım adım devredecek olduğu sivil toplum içerisinde eritilerek, kaybolup gitmiş olacaktır. Elbette bu sürece uygun bir biçimde ve oluşan yeni tarihsel blokun etkisiyle, ekonomik alt-yapıda da sınıfsızlığa doğru giden dönüşümlerin olması kaçınılmazdır ve ayrıca devletin böylesi bir erime süreci için, mücadelenin dünyanın her yerinden devlet tahakkümünü söküp atacak boyutlarda evrenselleşmiş olması gerekmektedir.

Biz, devlet ile millet arasında rızaya dayalı organik bir bağ olduğunu ileri süren bir bakışa sahibiz. Milletin kendine ait karakteristikleri, devletin karakteristiklerine taşıyabilmek için Gramsci’nin yukarıda özetini sunduğumuz teorisindekine benzer biçimde, organik aydınlara gereksinim vardır. “Milletin organik aydınları” adını verdiğimiz bu aydınlar, tarih boyunca devletin olduğu her yerde hep olmuş, devletle millet arasındaki bağı sağlamıştır. Milletle organik bağlantıları olan aydınların düşünce dünyasında açtıkları ufukların devletin yönetici elitleri katında alımlanması sayesinde, milletle devlet arasındaki suni duvarlar kaldırılacak, aradaki mesafeyi gideren, görünmezliği sağlayan ince bir tül çekilmiş olacaktır. Aksi halde devlet, sivil alanda meşruiyetini sağlayamaz ve vergi toplama ve güç kullanma tekelini ila nihai elinde tutamaz, giderek toplumsal temeli ve varlığı ortadan kalkar.

Şimdi tarihsel boyutu bir an için ihmal edip günümüze gelecek ve sadece kendi milletimiz için konuşacak olursak… Günümüzde milletimizin organik aydınları, bilginin modern dünyadaki üretimini ve işlevlerini göz önünde bulundurarak ve kendini milletin yerine koyarak milletin dünya görüşünü entelektüel ve siyasi bakımdan en üst düzeyde üretmeye, buna göre devlet işleyişine rehberlik oluşturmaya hizmet eden kişilerdir. Bu arada her ne kadar tanımı olabildiğince somutlaştırabilmek amacıyla sanki tek tek kişilerden bahsediyormuş gibi bir dil kullanıyor olsak da aslında “milletin organik aydını” kategorisi ile kast ettiğimiz şeyin somut insanlar değil, zihinler, zihniyet yapıları ve oluşturucuları olduğunu söylemek durumundayız. Milletin organik aydınları, nihayetinde bir grup entelektüel kimse değildir; aydınlarda bulunan ve millette somutlaşan geleneğe karşılık gelen yanlar, aydınların organik yanını oluşturur.

Aydının iktidarla ve siyasetle ilişkisi

Tam bu noktada yukarıda yapmaya çalıştığımız aydının tanımını biraz daha netleştirmemiz, özellikle onun devletle ve iktidarla olan ilişkisini açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Aydın, düşünce faaliyetlerini genelin çıkarları ve bireyin (ve bir birey olarak kendisinin) özgürlüğü için sürdüren kimsedir; o ne bir vakanüvistir ne de maişetini devletin memuru olarak kazanan bir ideolog… Aydının her zaman iktidarla eleştirel bir mesafesi olması gerekir, aksi takdirde vakanüvisten ve iktidarın her türlü faaliyetini meşrulaştırmaya gayret eden sıradan bir memur olan bir ideologdan hiçbir farkı kalmaz; hele hele iktidardan kendisi bizzat nemalanıyorsa, günlük maişetini ve çıkarını bu yaptığı işten temin ediyorsa düşünceleri büyük ölçüde geçerliliğini yitirir.

Aydının siyasi güçle ilişkisi Kant’ın söylediği gibi “Uzaktan merhaba” şeklinde olmalı, yolları asla tamı tamına kesişmemelidir. Aydın, hür bir vasatta, korkusuzca, fikirlerini ifade etmeli, iktidar da aydının takdir ettiği fikirlerini tatbikata koymalıdır. Aksi takdirde, iktidarın gücü de aklın muhakeme ka­biliyetini zedeler, ifsat eder, iktidarın gücünü tadan bir aydın da eski hayatını çok pespaye bulmağa başlar ve iktidar şehvetinin tadını sürdürmek için her şeyini feda edebilecek seviyelere düşebilir.

Fakat bu noktada biraz durmalıyız; iktidar-aydın ilişkilerinde eleştirel bir mesafe gereklidir tamam ama modern zamanlarla birlikte başlığımız genişlemiş “aydın-siyaset ilişkisi” halini almıştır. Siyaset, modern demokrasilerde kimsenin, hele hele aydınların bigâne kalamayacağı insani etkinliktir; insanın kendisini ve yaşadığı toplumu, değerler dünyasını savunma biçimidir. Bu anlamda her aydının siyaset yapma mecburiyeti vardır. Siyaset yapmak, siyasetle ilgilenmek aydın olma tanımında mündemiçtir zaten. Aydını sıradan bir okuryazardan, etliye sütlüye karışmayan bilim insanından ayırt ettiren nokta da burasıdır. Aydın, toplumun derdiyle dertlenir; hatta toplumun dert etmediği halleri bile fark eder, sezer ve toplumu bu konuda uyarmaya, aydınlatmaya çalışır yani kendine has, adeta siyasetler-üstü bir siyasetçidir. Şu halde soruyu şu hale getirmek en iyisidir: “Aydının siyaseten desteklediği, başarısı için uğraştığı siyasi programın savunucuları iktidar olduklarında, düşüncesi iktidara geldiğinde aydın nasıl bir pozisyon almalıdır?” Soru bu şekilde sorulduğunda cevabın da şöyle olması icap eder: “Aydın, düşüncesi iktidara geldikten sonra da bu düşüncenin uygulamadaki başarısı için uğraşmalı ama bunu iktidarla arasına mesafe koyarak ve eleştiri kırbacını sürekli şaklatarak yapmalı, hiçbir şekilde iktidarla çıkar ilişkisi içine girmemeli, iktidarın ücretli işçisi olmamalıdır”.

Kimilerine “milletin organik aydını” kavramıyla birlikte, aydın kavramına yüklediğimiz siyasi işlevler çok yadırgatıcı gelebilir. Kanaatimizce bu yadırgamanın temelinde de aydının bugüne dek milletten kopuk, yabancılaşmış tanımına aşinalık bulunuyor. Ve zaten bugün yukarıda söylediğimiz gibi aydın sorununun en büyük meselemiz olmasının temelinde de bu olgu yatmaktadır. Şimdi ayrıntısına dalmayalım ama aydınımızın milletten kopuş hikâyesinin başlangıcı, üç yüz yıl önce Batı’nın meydan okumasına boyun eğmemizin neticelerinden bir tanesidir. Bu nedenledir ki, sanki doğal olanın aydının milletin ihtiyaç ve taleplerinden apayrı bir bilgi tecessüsü peşinde koşması olduğu şeklinde bir düşünceye sahibiz. Aynı nedenle aydının vazifesinin resmi ideolojinin oluşumuna hizmet etmek olduğuna ve milletle ilgisinin ancak ve ancak entelektüele gündemin egemen söylemleri icabınca olması gerektiğine inanıyoruz. Egemen entelektüel ajanda da aydının ne yapması lazım geldiğine dair talimatlar vardır zaten. Aydının yapması gereken sadece, milleti küçümsemek, aydın olmanın ilk şartı olarak, sıradanlığın yapış yapışlığından, ortalama insanın, yığınların düşüncelerindeki ve yaşama tarzlarındaki sefalete kapılmamanın erdemlerinden söz etmektir. Oysa bunlar tam da milletten kopmak, organik olmaktan çıkmak diye tavsif ettiğimiz hususlardır.

Bizim bahsettiğimiz hakiki milletin organik aydınının, varlığını esasen entelektüel bir mecrada dile getirmek haricinde, asla ve kata bunlarla bir ilişkisi yoktur. Milletin organik aydını, kendi düşünce ufkunu besleyen kültürel-tarihsel bağlamın ürünü, milletin evladı olduğunun farkındadır ve bu yüzden kendisini onun bir parçası olarak algılamaktadır. Bilginin iktidar için bir araç değil, varlığı aydınlatan bir ışık olduğunun, içinde yaşadığı geleneği anlamadan kendisini anlamanın imkânsızlığının bilinci içerisinde, geleneğin ihyasına (yaratıcı bir biçimde yenilenmesine) yönelik çabalarını, varoluşsal bir kaygıyla sürdürmektedir. Geleneğin tarafını tutan milletin organik aydınının bu tarafgirliği, ideolojik değil ontolojik bir tarafgirliktir; gelenek onun varlığa bakışının şekillendiği rahimdir. Milletin organik aydınının tarafgirliği, onun diğer geleneklere düşman olmasını gerektirmez; onlarla diyalojik bir temastan, onlardan öğrenerek geleneğin (kendisinin) ufkunu genişletmekten yanadır; bu yüzden geleneğe karşı nispi bir mesafe koyarak eleştirel olmayı da elden bırakmaz. Milletin organik aydını, bu nitelikleriyle tam da siyasi bir uğraşın içindedir; çünkü tüm faaliyetlerinin odaklandığı daha iyi anlama çabası, daha iyi bir dünya arayışından başka bir kapıya çıkmamaktadır.

Aydın, bir topluluk tininin, entelektüel düzeydeki en yüksek ve bireysel formudur. Bu anlamda, herhangi bir sınıfın organik aydını olmak mümkün fakat gelip geçici bir durumdur; aslolan “milletin organik aydını”nın konumudur. Çünkü “milletin organik aydını”, bir grup-varlık olarak kendisini yani kendi varlığının “orada”sını doğuran tarihsel ve kültürel şartları ve dolayısıyla yaşadığı dünyayı anlamaya ve değiştirmeye çabalamaktır.

Aydın ve maneviyat

Eski Türkiye, resmi ideoloji marifetiyle kendi inşa etmek istediğinin dışındaki tüm kimlikleri bastırırken, herkesin yalnızca mesleğiyle meşgul olmasını, aydınların, bilimle uğraşan kimselerin asla siyasetle, maneviyatla ilgilenmemeleri gerektiğini telkin ediyordu. Yukarıda bir miktar üzerinde durduğumuz gibi, milletten, gelenekten kopuk, yabancılaşmış bir aydın tanımına aşina idik. Çoğu zaman tehditkâr nitelik kazanan bu telkinler altında yetiştik; siyasi tercihimizi ancak “oy” olarak sandıkta gösterebilir, maneviyatla ilgili tavrımızı, İsmet Paşa gibi kimsenin görmediği yerlerde, saklı gizli sergileyebilirdik. Oysa nasıl siyaseti yalnızca elitlerin ya da çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuğu var sayılan profesyonel temsilcilerin yapması gerektiğini savunmak, demokrasiden bihaber olmak demekse; maneviyatın “Tanrı ile kul arasındaki gizli bir sır” olduğuna inanmak, insanın var oluşundan ve dinden hiçbir şey anlamamak demektir. O nedenle bitirirken, ülkemize özgü bir mecburiyet olarak aydının maneviyatla ilişkisine de değinmek durumundayım.

Hayatın tüm alanlarından çekilmiş, yalnızca Tanrı ile aramızdaki sırra indirgenmiş din anlayışı da eski Türkiye’nin alâmetifarikalarındandır. Bir dönem Fransa’da benzeri bir durumun görüldüğünden bahsediliyorsa da ne o, ne de Aydınlanmanın pozitivist dini telakkileri bizdeki dinden ziyade “psikolojik bir zaafı andıran şey”e benzer. Bütün köklü geleneklerdeki din anlayışı, tabiatı icabı tüm hayatı ve hatta ölümü, ölüm-ötesini kuşatır. Her insan, bir anadilin ve bir geleneğin içine doğar. Onlardan kurtulmak, beyhude bir uğraştır. Aydın, bırakın reddetmeyi, içine doğduğu gelenekteki insani ve manevi mirası ne kadar iyi anlayabilirse, diğer insanlara, insanlığa o kadar olumlu katkıda bulunabilir.

Milletin organik aydını, kendi geleneğinden yanadır ama onun tarafgirliği, onun diğer geleneklere düşman olmasını gerektirmez; onlarla diyalojik bir temastan, onlardan öğrenerek geleneğin (kendisinin) ufkunu genişletmekten yanadır. Aydın, nasıl siyasetin içindeyse, aynı şekilde geleneğin maneviyat denizinin içindedir ama tıpkı siyaset gibi gelenekle de arasına nispi bir eleştirel mesafe koyar. Bu eleştirel mesafe, aydını üstün değil rehber kılan, sorumluluk yükleyen bir hayat parantezidir. Aydının sorumluluğu, daha iyi bir dünya için daha iyi anlama çabasıdır.

Birisi günümüzün en büyük sosyologlarından olan Zygmunt Bauman, diğeri David Lyon iki tanınmış sosyoloji profesörü “Akışkan Gözetim” adlı bir sohbet kitabı çıkardılar. Lyon, çalışmalarındaki teolojik titreşimleri hep övgüyle andığı Bauman”ı kastederek: “Senin eserlerine başvururken kendimi, mazeret aramadan ve pişmanlık duymadan Hıristiyan geleneği içinde gezinirken buluyorum… Eserlerinde Kabala fikri olan rashimo’ya ait şeyler, yani vicdanı ateşleyen ve teşvik eden, bizi yeni yönlere çeken, Kutsal Kitapların zekasını ve berraklığını andıran bir şeyler var… Bir inanan olarak benim ekleyebileceğim tek şey, Yeni Ahit’in bize şimdiyi sanki gelecekteki şalom, yani barış ve huzur çoktan gelmiş gibi yaşamayı öğütlediği” der. Bauman, duyduklarından memnundur, cevap verir: “Şimdiyi sanki gelecekteki şalom çoktan gelmiş gibi yaşamak diye vurguluyorsun… Bu emir, tıpkı Eski ve Yeni Ahit’in diğer emirleri gibi azizlere hitap ediyordu… Ama ne yazık ki hepimiz aziz olamayız. Yine de, azizler olamasaydı biz de insan olamazdık… Onlar bize yolu gösterirler, onlar yolun kendisidir.”

Bunlara benzer sözleri, bu gün ya da bir gün Müslüman aydınlar, niye daha tutarlı bir biçimde söylemesinler ki!…

Kaynak: Türkiye  Günlüğü Mart/Nisan 2025

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41