Göka: Yaşadığımız Dünyanın Belirleyici Özelliği, Sunilik

Geçtiğimiz günlerde “Umuda İmkan Aramak” adlı kitabınız yayımlandı. Hayırlı olsun, okuru bol olsun. Hocam kitabınızı yayımlama nedenleriniz nelerdi? Hangi saikler bu kitabı yazmanıza; ya da sizin de belirttiğiniz gibi daha önce yazdığınız yazıları bir araya getirip kitaplaştırmanıza sebep oldu? Bahseder misiniz “Umuda İmkan Aramak”tan?

Çok teşekkür ederim. Teknolojinin sağladığı kolaylıklar nedeniyle bilgiye ulaşmanın ve yazmanın kolay olduğu bir devirde yaşıyoruz. Ben galiba mesleki hayatım ve hocalığım dışında, hayat stilini okumaya (buna dünyayı ve olayları okuma da dâhil) ve yazmaya göre ayarlayanlardanım. Nasıl 40 yılı aşkın bir süredir mesaiye gelip hekimlik işimi yapıyor, insanları sergiledikleri semptomlarının arkasındaki hikâyelerin dinamiklerini okumaya ve talebelere onları anlatmaya çalışıyorsam zihnim de dünyada olup bitenleri okumaya ve yazarak anlatmaya ayarlı… Başka düşünce insanlarını okumam, onların teorik çerçevelerini, bakış açılarını öğrenmeye çalışmam da bu amaca hizmet ediyor…

Aslında epey bir zamandır “Benlik Bilinç İrade” adında teorik bir kitap için uğraşıyorum. Okuyup arşivlemelerim, aldığım notlar ve arada kavramsal bir çatı oluşturma çabalarım bu kitap çalışmasına odaklı ama bir yandan da hayat devam ediyor. Gazze’deki soykırım, dünyanın buna genellikle sessiz kalması ve insan hakları, hukuk gibi kavramların anlamını yitirmesi, yeni bir dünyanın nasıl bir yer olacağına, hatta olup olmayacağına dair belirsizliklerin ortaya çıkması, teknolojinin adeta savaşları belirlemesi ve savaşları değiştirmesi, internet- sosyal medya- yapay zekâ uygulamalarının yani teknolojik aklın hayatlarımız üzerinde artan hâkimiyeti… Aydın olarak müdahil olmamız, anlamamız ve anlatmaya çalışmamız gereken fevkalade gelişmeler oluyor. Bir süreden beri bu tür hayata ilişkin teorik müdahale diyebileceğimiz girişimleri, fikir turu sitesi aracılığıyla yapmaya çalışıyorum. Sözünü ettiğim bu gelişmeleri, böyle devasa bir değişim geçiren bir dünyada bizi bekleyen tehlikeleri, çareleri ve çözüm yollarını tartışmaya, umuda imkân aramaya çalışıyorum. Son kitabım bu yazılara bir çekidüzen verilerek, belirli bir bağlama göre yeniden düzenleyerek oluştu. Daha önce benzeri bir girişimi insanlığın geleceği için büyük tehlike olarak gördüğüm ailenin aldığı yaralar konusunda yapmış, ilgilimi yazılarımı “Aile ve Aşk Üzerine” kitabımda bir araya getirmiştim.

Bugün yaşadığımız dünyada imkânların çoğaldığından, insanın daha güvende olduğundan, her şeyi daha çok bildiğinden, çevresine daha kolay müdahale ettiğinden, yaşamın daha rahat olduğundan bahsediliyor. Sizin “artık yaşadığımız dünyayı sadece tuhaf değil fakat aynı zamanda giderek, insanlar, tabiat ve canlı türleri açısından daha tehlikeli olan bir yer olarak görüyordum.” diye bir tespitiniz var. Sizi böyle düşünmeye iten sebepler neler? Neler söylersiniz?

Ahh dostum içi beni dışı seni yakar; dünya böylesine adeta kıyamet öncesine doğru sürüklenirken, insan neredeyse insan olmaktan çıkarken, insanın-toplumun-sanatı-ailenin bittiği söylenirken bir de böyle “her şey ne güzel oluyor!” diye süslemezler mi!…. Evet, teknolojinin sağladığı kolaylıklar var, isteyenin bilgiye ve insanlara ulaşması, insanların dünyadaki farklı coğrafyalara en kısa sürede gitmesi fevkalade hızlı, sağlıkta ve biyoteknolojideki gelişmeler fevkalade önemli… Bunları alkışlıyor ve şapka çıkarıyoruz ama tüm bunlar olurken çevresel ve ekolojik yıkımı, savaşlardaki inanılmaz kayıpları, gelir dağılımındaki adaletsizliklerin devasa boyutlara varmasını, insan merhamet ve vicdanının, erdemlerin ve değerlerin tamiri çok zor yaralar almasını, new age inançların sadece kadim dinleri değil topyekûn maneviyatı yok ettiğini, insan ve canlı ontolojisinin ortadan kalkmak üzere olduğunu, kıyamete doğru sürüklendiğimiz gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Teknoloji ve mühendis aklı, insanlığı esir almış vaziyette, kimse insanlara bunları istiyor musunuz diye sormadan hayatlarımızı değiştiriyorlar, genetiğimizle, geleceğimizle oynuyorlar. Dünyanın daha önce bu kadar güvensiz, tekinsiz bir yer olduğunu sanmıyorum. Sırf ömürlerimiz uzuyor, daha çok insana ulaşıyor ve daha çok yer görüyoruz diye bu saçmalıklara katlanacak değiliz. Bu dünyaya, felsefi ve teolojik, pratik-kalbi aklın müdahalesi olmazsa çok geç kalacağız, uzun menzilli füzeler bumerang gibi gelip bizi vuracak…

Filozoflar, düşünürler, ilim adamları yaşadıkları dönemlerdeki dünyanın sosyo/ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal durumunu anlayabilmek ve anlatabilmek için yoğun çaba sarfetmişler. Olan biteni çeşitli kavramlarla ifadelendirmişler. Feodalizm, Kapitalizm, Sanayi Devrimi, Modernite, Modernlik, Psikanalizm, Modern Toplum, Geleneksel Toplum, Postmodernizm, Posthumanizm gibi kavramlar. Aynı zamanda dünyamızın büyüsünün bozulduğundan, katı olan her şeyin buharlaştığı gibi ideolojik katılıkların, sistemlerin de buharlaştığından bahsedildi uzun zaman. Daha bunlar gibi birçok kavramsallaştırmanın bugünü anlamakta yetersiz kaldığını görüyoruz. Daha önceki kavramlar ve yorumlar bugün dünyayı tanımak için neden yetersiz kalıyor? Siz bugünkü dünyayı tanımlarken “Teknomedyatik Dünya” kavramını kullanıyorsunuz. Bu kavramı açıklar mısınız?

Muaz Bey çok fazla ince eleyip sık dokumaya gerek yok, tarihte en önem verdiğiniz insanları gözünüzün önüne getirin ve hangilerinin cep telefonu, bilgisayar, internet ve yapay zekâdan haberdar olduğunu not edin. Bu saydığım teknolojik aygıtlar sadece dünyayı değil, insana dair ne varsa, ideolojiler ve siyasi görüşler de dâhil olmak üzere ıskartaya çıkardılar, işe yaramaz hale getirdiler. Eski kavramlar ve bakışlar artık bu dünyayı anlamamıza yetmiyor. O yüzden bu gelişmelerden memnun olanlar, akademide bu tabloyu “posthuman” yani “insan sonrası çağ” diye adlandırıyorlar.

Enformasyon teknolojilerinin tıptan mimariye, şehircilikten arşivciliğe, üretim süreçlerinden satış ve pazarlamaya, silah sanayinden otomotive, kütüphanecilikten istihbarata nasıl dev değişikliklere yol açtığını biliyoruz. Onları bir kenara bırakıp sadece gündelik hayatımızda olanlara baksak bile, şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacağımız bir panorama var ortada. Her geçen gün biraz daha dijital ortam olmadan elimizin kolumuzun bağlanacağı, akıllı telefonumuzun yeni bir uzvumuz haline geldiği bir ağ oluşuyor. Birçok işi internet sayesinde kolayca hallediyor, hızın büyüsüne kapılıp “vay be!” diye hayranlığımızı belirtiyoruz. İnternet; alışveriş, bankacılık, hastane randevusu ve yolculuk işlemleri gibi konularda giderek ilk seçenek haline geliyor. Medya; gazete, dergi ve kitap okuma, televizyon izleme, sohbet etme, oyun oynama, eğlenme hatta ödev yapma, ders dinleme, sınav sonucu öğrenme, haberleşme alanlarında çoktan olmazsa olmaz durumda.

Teknoloji, özellikle kitle iletişim teknolojileri ve oluşturdukları ortam, ev-içi yaşantımızdan zihniyet yapımıza kadar her şeyi kuşatıp belirliyor. Tavır almak, bir tuhaflık olduğunu söylemek, yadırgamak elbette mümkün ama kaçıp kurtulmak imkânsız…

Yaşadığımız dünyanın belirleyici özelliği, sunilik… “Suni” derken insanın bir hüner ve maharetle, tabiatı değiştirerek sergilediği kültür ve sanat eserlerini kastetmiyorum elbette. Bir gül resmiyle hakiki gül arasındaki bağlantı hep var ama gülü aynen taklit eden bir naylon gül tamamen suni… Lakin “sahte”, “taklit” gibi kelimeler de teknolojik suniliğin ırasını, özünü anlatmak için yetmiyor. Sunilikten, taklitten ziyade, şeylerin ve ilişkilerin yaratılışla, sahicilikle, hasbilikle bağlarının tamamen kopmasını, benzer ama tamamen başka bir şey ortaya çıkmasını anlıyoruz. Suni olan, gerçek olmasına gerçek ama hakiki değil. Modern teknoloji, doğrudan doğruya şeylere ve ilişkilere yaratılıştan olmayan nitelikler katıyor, onlara yapıca farklı bir muhteva veriyor. Hakikat, gerçekten kopuyor ve sunilik, kendisine özerk bir alan açıyor; gerçekler içinde bir gerçek olarak dünyaya, hayatlarımıza yerleşiyor…

“Teknomedyatik dünya”nın sunilik özelliği, medya için de geçerli. Sanallık, suniliğin çok ileri bir şekli… Sanal iletişim giderek temel iletişim haline geliyor. Sanıyorum saf yüz yüze iletişimin ne demek olduğunu bilen son nesiliz.

Sanal iletişim, yüz yüze iletişimden çok farklı. Sanal iletişim sırasında elbette bilincimiz yerinde, aklımız başımızda ama yüz yüze iletişimde olduğu gibi direksiyon bilincimizde değil, psikolojimizin ilkel ve çocuksu derin katmanlarında. En nihayetinde karşımızda kanlı canlı bir insan değil de makine olduğunu gördüğümüzden, içimizdeki çocuk nasılsa kimsenin bizi görmeyeceğini fısıldayıp durduğundan olsa gerek, psikolojimizin ilkel yanları hemen devreye giriveriyor. İnternetteki sanal ortamda süzgeçten geçmemiş, hemen doyurulmak isteyen ham arzu ve dürtülerimiz, hayallerimiz ve fantezilerimiz çok etkinler. Zaten rüyaya benzeyen, kaba fizik kuralların ortadan kalktığı bu ortamda, rüyada gibi yaşamanın, hayallerimizi gerçekleştirmenin yollarını ararken buluyoruz kendimizi. Bizi bunaltan gündelik hayatın sıkıntılarından, rutinin boğuculuğundan kendimizi sanal âlemin fantastik kollarına atarak kurtulmak istiyoruz.

Sanallık sayesinde, benliğimizin arzularımızı denetleme işlevi kolayca devre-dışı bırakılabiliyor, psikolojimizin farkına varmadığımız derin katmaları işin içine katılıyor. Psikolojimizin derin katmanları, arzularımızın, dürtülerimizin, duygularımızın en ham, en işlenmemiş, denetim süzgecinden geçmemiş yanlarımızı barındırıyor. O yüzden normal zamanda yapmayacağımız saçmalıklara daha teşne oluyoruz. Adeta çocuklaşıyoruz.

Tıpkı rüyalarımızda, hayallerimizde olduğu gibi siber-alanda da fiziksel kurallar kalkıyor. Fiziksel mekânı hiçe sayarak çok uzaklardaki insanlarla iletişim kurmamız mümkün hale geliyor. Aynı anda hem orada, hem burada olabiliyor, yüzlerce kişiyle etkileşime geçebiliyoruz. Kendimizi dilediğimiz biçimde sunabiliyor, gerçekle hiç alakası olmayan biçimde gösterebiliyoruz. Dilersek cinsiyetimizi bile değişik göstermemiz mümkün, hatta hem erkek hem kadın, bazılarına erkek bazılarına kadınmış gibi davranmamız imkân dâhilinde. Sanal âlemde, her türlü kimlik atraksiyonu serbest… Rüyalarımızda bile kendimizi tam istediğimiz gibi inşa edemeyiz, zira rüyalarımız bizim olmasına rağmen, neyi, nereye yerleştireceğimize, imgelerin nasıl dağılım ve akış göstereceğine karar veren biz değiliz ama sanal âlemde sadece istememiz yeterli, tam böyle değil, orada tamamen bu sistemi işletenlerin ellerine düşmüş durumdayız ama bize böyle hissettiriyorlar…

Medya, medium’un çoğulu. Medium, insanın başka insanlara olayları, duygularını ve düşüncelerini ilettiği vasat… Her medeniyetin, hatta kültürün bir medyası var. Modern olmayan zamanlarda da insanlar, bir medyaya sahiptiler ama onların medyası, insanlar arası bağlamla, hayat bilgisiyle yakından alakalıydı, nispeten dolaysız bir iletişime dayanıyordu. Suni değildi.. Modern medya, insanlar arası iletişime doğrudan teknolojik bir müdahale yoluyla var oldu ve tabiatı gereği teknolojik müdahalenin dolayımını (mediation) yani suniliği barındırıyor. İnsani bağlamlardan kopmakla kalmadı, tüm sunilikler gibi özerkleşti de… Modern medyanın her türü, telgraf, telefon, gazete, dergi, kitap, fotoğraf, film, televizyon, bilgisayar vs. dolaysız iletişimi değiştiriyor. O denli değiştiriyor ki, insanlar artık gerçek iletişimi modern medyatik iletişim sanıyorlar ve zaten insan algılamalarının aldığı yeni biçimle, başka türlüsü de mümkün değil. Yalnızca medyatik iletişimi gerçek iletişim, medyatik bilgiyi gerçek bilgi sanmakla kalsak iyi. Medya, ilişki biçimlerimizi, zihniyet dünyamızı, hakikat tasavvurlarımızı da biçimlendiriyor.

Tarımsal teknoloji, derdimizi daha kolay anlatmamıza vesile olabilir. “Dünyanın eski tadı yok sözü” önceleri ruh halimizi anlatan bir sözdü. Şimdi tamamen gerçek oldu. Evet, genetiği değişmiş ürünler yüzünden yediklerimizin tadı değişiyor. Aynı şekilde “teknomedyatik dünya”nın suniliği de, duyularımızı, algılarımızı, kendi prizmasından geçirerek yeniden biçimliyor. Nasıl gübrelenmiş, hormonlanmış bir meyvenin hakiki usaresi, bir müdahalenin sonucunda, bir değişikliğe uğramışsa, “teknomedyatik dünya”nın suniliği de, algı sistemlerimizin işleyişini değiştiriyor. Yaşadığımız hunhar yenidünyada oluşan bu suni kültür de bizim ikinci tabiatımızı oluşturuyor; iç-dünyamızı, zihinlerimizi formatlıyor. Artık “yeni denizin balıklarıyız”. Derya içre olup deryayı bilmeyen balıklarız üstelik…

İşte böyle bir dünyaya ben “teknomedyatik dünya” diyorum.

Zamanın ruhuyla insan ruhu arasındaki ilişkiye ya da zamanın ruhuyla insanın ruh sağlığı arasındaki bağa dair neler söylersiniz?

Yukarıda anlatmaya çalıştım, isterseniz bir de kitaptaki uzun bir makalenin sorduğu soruyla cevap vereyim: “Zamanın ruhu insanın ruhunu döver mi?” Döver hem de nasıl döver; hepimiz zamanın çocuklarıyız, “teknomedyatik dünya”da olup bitenler sadece sosyopsikolojimize yansımıyor, baştan aşağıya değiştiriyor.  Bu öylesine hızlı ve etkileyici bir süreç ki, sırf bu konuyu içeren, “teknomedyatik dünya”da ruhlarımızın halini anlatan “İnternet ve Psikolojimiz” kitabı yazmak durumunda kaldım.

Çok sıkıntılı dönemlerden geçiyoruz. Hem bireysel hem toplumsal hem ulusal hem uluslararası problemler insanlığın yakasını bırakmıyor. Uluslararası göç, mültecilik başta gelen sorunlardan. Bir de dünyanın gözü önünde yok olan, yok edilen, her gün bombalar altında inleyen bir Gazze var. Kitabınızda bu hususa önemli yer veriyorsunuz. Hem bir insan olarak hem bir hekim olarak hem de düşünen, yazan biri olarak Gazze’yi dile getiriyorsunuz. Bu bölümde Gazze’yi ele alırken “skandal” kavramını gündeme getiriyorsunuz. Toplumsal ahlakın ve hukukun ortaya çıkmasında skandal diye tanımlanan olayların ne gibi etkisi var. “Skandal” kavramı ve Gazze hakkında neler söylersiniz?

“Skandal” sözü köken olarak Yunanca. Önce Latinceye sonra diğer Avrupa dillerine geçmiş, Türkçede 20. yüzyılda görülmeye başlanmış. Skandal, “Utanacak bir halin ortaya çıkmasından doğan durum” manasına geliyor, dilimize yerleşmeden önce (ve elbette şimdi de) “rezalet” ve “kepazelik” olarak karşılanıyordu. 

Dikkatle bakıldığında, toplumu toplum yapan, toplumsal ahlakın ve hukukun ortaya çıkmasına neden olan hususlardan birinin, “skandal” diye nitelenecek olaylar karşısında ortak tavır alma zorunluluğu olduğu görülür. O zorunluluk ki, hepimizi kötülükler karşısında birleştirir, insan haklarının zeminini oluşturur yani skandal dediğimiz şeyler toplumsal işleyiş sırasında bir işleve sahiptir…

Gözümüzün önünde oldu, “skandal” kavramı tedricen kayboldu gitti, önce sadece şöhretli insanlar yadırganacak bir şey yaptıklarında medya, “skandal” olarak niteledi ama bir süredir o da kalmadı. Skandalı olmayan bir dünyada yaşıyoruz artık. Bu feci bir durumdur zira herkesin her şeyi yapabileceği bir süre sonra kanıksanacağı manasına gelir. Kendi adıma Gazze soykırımı dünyanın gözü önünde işlenmesine rağmen yeterince tepki verilmemesini artık bu skandalsızlığa, olabilecek en feci şeyin dahi zaman içinde kanıksanmasına bağlıyorum. 

“Sen iste yeter ki, her şeyi yaparsın, büyüksün, özgürsün” diye diye içi boş bireylerle dolduruluyor yeryüzü. Herkes kendini olduğundan daha büyük görüyor, insani zaaf ve hatalardan arındırılarak sterilize ediliyor. Kişisel gelişim mottoları gece gündüz insanlığın üzerine boca ediliyor. Aynı zamanda görünür olmak; televizyon, telefon ya da herhangi bir sosyal medya ortamında ekranda olmak günümüz insanlığının en büyük arzusu, gayesi. Bir ruh hekimi olarak bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Neler oluyor? Bu gidiş nereye?

Teknolojiye, teknolojinin araçsal aklına teslim olduk eğer teolojik ve felsefi, pratik kalbi akıl sürece müdahil olamazsa, insanlık bir an önce erdemlerin değerini anlayamazsa uçuruma, kıyamete doğru ilerliyoruz maalesef….

Son zamanlarda yerli yersiz, bilinçli bilinçsiz, doğru yanlış ruh sağlığı ile ilgili kavramlar, psikolojik terimler uluorta, gelişigüzel, sürekli kullanımda. Özellikle argo dilde bu kavram ve terimlerin kullanımı revaçta. Siyasi olaylar ve kişilerden bahsedilirken de bu kavramlar kullanılıyor. Bir bilim insanı olarak siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğru bir şey midir bu?

Ayıp bir şeydir her şeyden önce!.. Nasıl bir insanın boyuyla posuyla, dâhili ve cerrahi hastalıklarıyla, engellilik, madunluk halleriyle alay etmek, dalga geçmek ayıpsa bu da ayıptır…

Psikopat, Sosyopat, Antisosyal… Bu kavramlarla hayatımızda fazla karşılaşıyoruz. Aynı zamanda deli, manyak, şizofren gibi kavramlarla da… Kısaca bahseder misiniz bu kavramlardan?

Şizofreni ve mani, endişe, panik, takıntılı, vesveseli olmak gibi psikiyatrik tablolardan… Bunlar, zaman zaman tıbbi gözetim için hastaneye yatırılacak kadar ağır olabilirler. Bu insanlar, tıpkı diğer dâhili ve cerrahi hastalığı olan kimseler gibi hastadırlar, psikolojileri rahatsızlanmış kimselerdir ama çok şükür psikiyatri artık tıbbın en etkili dallarından biridir ve çoğunu tam olarak olmasa bile toplum içinde yaşayabilecek düzeyde yardımcı olabiliyoruz hastalarımıza… Bir de kişilik bozuklukları ve onların en yıkıcı, topluma zarar verici hali olan psikopat, sosyopat, antisosyal gibi adlar alan, karakteri felç eden, erdemli ve ahlaklı davranışı ortadan kaldıran, her an suça meyyal türleri var. Onları her ne kadar psikiyatrik tablolar içinde ele alıp sınıflıyor olsak da aslında hepimiz anlatmaya çalıştığım ruhsal bozukluklar gibi olmadıklarını biliyoruz. Burası toplum tarafından, okumuş, entelektüel insanlar tarafından bile çok karıştırılıyor. Ne yazık ki, günümüzde bu toplum karşıtı kişilik bozuklukları da artmış vaziyette ya da artık toplumlar geleneksel zamanlarda bunları entegre edebiliyorken, şimdilerde bunu başaramıyor. Büyük ihtimalle önceleri de bu kişiler varlardı ama toplumsal dengeleyici mekanizmalarla insanlara yaralı bir kabadayıya, toplum yararına bir savaşçıya dönüştürülebiliyorlardı ama maalesef artık sadece suç örgütlerinin işine yarıyorlar.  

Kitabınızda hayatımıza yön veren, kişiliğimizi oluşturan erdemlerden de bahsediyorsunuz. Bunların başında adalet geliyor. Adaletin, hukuki ve toplumsal bir gerekliliğin ötesinde insanın psikolojisine yerleşmiş bir erdem olması gerektiğini söylüyorsunuz. Nedir adalet? Neden bu denli bir önemi haiz?

Eski Yunan’da “ahlaki davranışın nihai amacı nedir?” sorusuna, genellikle “bizatihi ve en yüksek iyi olan mutluluktur” diye cevap veriliyordu. Bizatihi ve en yüksek iyi olan mutluluğun ise şimdilerde pek çoklarının karıştırdığı gibi “haz” ve “keyif” ile bir alakası yoktu. Mutluluk, erdemlerle alakalı olarak ele alınıyordu. Mesela Platon’a göre, insanda “akıl, öfke ve şehvet” olmak üzere üç meleke ve her bir melekeye karşılık gelen bir erdem var. Aklın erdemi bilgi, öfkenin erdemi yiğitlik, şehvetin erdemi ise iffetti… Bu üç erdemin mutabakatı ve insicamından meydana gelen bir diğer temel erdem ise adaletti. Adalet hem temel hem de tek başına tanımlanması çok zor ancak diğer erdemlerin harmonisiyle birlikte ve onların yanı sıra ortaya çıkan bir erdemdi…

Fark etmişsinizdir, Eski Yunan düşünürlerden bahsediyorum ama bize ne kadar tanıdık geliyor söylediklerim. Zira Müslüman düşünürler, erdemlere, adalete ve ahlaka bakışı hemen hemen aynı şekilde, sadece öte dünya inancını, gerçek saadetin ve adaletin orada olacağını ilave ederek almışlar. Dünya hayatında adil olmayı ve adaleti vurgulayan bir anlayışa sahip olmuşlar.

Ben psikolojik olarak baktığımda, varoluşumuzun adalet hissi üzerine demirlediğini ve tüm davranışlarımıza da ayar verdiğini düşünüyorum. Hükmümüz ve eylemimiz, ekonomik olarak çıkarımıza uygun, siyaseten oy toplayıcı, hukuken meşru olsa bile ahlaken uygun değilse ya da katı bir ahlakçılık diğer alanlarla bütünlüğümüzü koparıyorsa, hemen içimizdeki adalet hissi devreye giriverdiği kanaatindeyim. Erdemler, iç dünyamızda tam da adalet hissinin üzerinde ikamet ediyorlar, adaletin timsali olan terazi, esasen iç dünyamızda bulunuyor. Kantarın topuzu kaçtığında, mizan bozulduğunda yani adil olunmadığında, içimizdeki adalet terazisinin sismografı kayda geçer. Vicdanımız sızlamaya başlıyor. Adil olmayan değerlendirmelerden, yargılamalardan sonra, hepsi bundan ibaret olmamalı dedirten, “ilahi adalet”in varlığından bizi emin kılan işte vicdanımızın bu kayıtları ve sızısı…

Dile önem veren ve dilin önemini bilen birisiniz. “Zira hakikat ana dilde parlar.” diye de bir tespit var kitabınızda. Dil neden önemli? Aynı zamanda “Hakikatin Önünde İki Büyük Engel. İngilizce ve Teknoloji” diye bir başlıkta var. İngilizce öğrenmek hepimizin en büyük isteklerinden biri. Hatta ilkokuldan itibaren müfredatta İngilizce var. Durum böyleyken siz neden yukarıdaki başlığı kitabınızda kullandınız?

Bu soru için özellikle teşekkür ederim çünkü kitaptaki “Dil hala varlığın evi mi?” başlıklı makale, benim için çok önemli. Size sözünü ettiğim yazmaya çalıştığım “Benlik Bilinç İrade” kitabı da doğrudan doğruya insanı diğer canlılardan ayıran ve emaneti üstlenerek dünyanın çobanı haline getiren “dilsellik”i temel alıyor. İnsanın ayırt edici özelliği olan “dilsellik” yani simgeleştirme, “şeylere ad verebilme” yeteneği, onu meleklerden üstün kılan yanı, bunun üzerinde ne kadar çok dursak yeridir ve hatta azdır. Zira Heidegger’in ustaca belirttiği gibi “dil, varlığın evidir” ve “hakikat” orada saklıdır. 

Artık biliyoruz, bir ana dil, diğerlerine üstün değil, diller de insanlar gibi eşit. Ne var ki dillerin eşitliği, onların her bakımdan aynı olması anlamına gelmiyor. Tam tersine, tıpkı, insanlar, kavimler, çiçekler gibi diller de rengârenk. Her birinin kendine has özellikleri, güzellikleri var. Mesela atasözü ve deyim zenginliği, bitişimli niteliği yüzünden köklere doğru büyüleyici bir yolculuğa ve varlık kavrayışına fırsat vermesi, Türkçenin en önde gelen niteliklerinden. Kitapta Türkçe üzerinden giderek ana dil-hakikat ilişkisini anlatmaya çalıştım. Bu hayli zorlu bahse kitapta yer verme nedenim ise, “teknomedyatik dünya”da tıpkı canlı türleri gibi, dil çeşitliliğinin de yok olmaya yüz tutması, her ne kadar adına İngilizce denilse de yepyeni bir icat olan teknoloji dilinin insanı insan yapan en önemli yanını ortadan kaldırmaya, mekanik bir şeye dönüştürmeye doğru ilerlediğine dikkat çekebilmekti. Her şey nasıl homojenleşiyorsa, tüm diller de sözde İngilizceye doğru dönüşüyor. Bu bana sadece acı vermiyor, insanlığın geleceği adına endişelendiriyor da…

Hocam genelde muhafazakârlık gelişim ve değişimlere mesafeli durur. Bizim ülkemizde ise muhafazakâr olarak tanımlanan gruplar modernliğe daha açık, modernliğin imkânlarından faydalanmaya daha yatkın. Ve modernliği en çok eleştiren de muhafazakârlar. Bu eleştiri sahici mi? Aynı zamanda geleneğin nostaljik paketler halinde pazarlandığını, nesneleştirildiğini ve ruhsuzlaştırıldığını gözlemliyoruz. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Bu dedikleriniz çok doğru hatta daha çoğunu da söyleyebiliriz, dinî değerlerin nasıl metalaştırıldığını, gösteriş malzemesi haline getirildiğini de söyleyebiliriz.  Hepsine eyvallah ama ben hâlâ Karl Marx gibi dini “ruhsuz dünyanın ruhu” olarak görüyorum. Elif harfinin noktası kaldıkça ve insanlar onu bildikçe öyle düşünmeye devam edeceğim.

Hocam bugün çok fazla dillendirilen ama içeriği hakkında çok da bilgi sahibi olunmayan kavramlardan biri de maneviyat. Bu kavramın anlamı şudur diyeceğimiz bir durum söz konusu da değil. Maneviyatı nasıl anlamalıyız? Dinle maneviyat hep bir arada zikrediliyor. Maneviyat yalnızca dinî inanç ve dindarlıkla mı bağlantılı? Din ve maneviyat aynı anlama mı sahip? Neler söylersiniz?

Maneviyat kavramının içerik değişimi de günümüzün en önemli olgularından. Bu değişimi gösterebilmek ve günümüzde insan varoluşunun ve psikolojisinin nasıl ele alınması gerektiğini tartışabilmek için geçen yıl “Psikoloji Varoluş Maneviyat” adında bir kitap yazdım, meraklısına öneririm.

Evet, geçmişte “maneviyat” ve “din” arasında çok yakın bir bağlantı vardı. “Maneviyat” tam tamına “din” ile aynı anlama gelmiyordu ama birbirlerinden ayırt edilmesinde güçlük çekilecek kadar da yakınlardı. Son zamanlarda bu hızla değişti, belki biz henüz net olarak fark edemiyoruz ama Batı’da çok belirgin. Batı toplumlarında yaşayan insanlar arasında Doğu dinlerine ve yeniçağ inançlarına ilginin artmasıyla birlikte çok ilginç bir durum yaşanıyor. Maneviyat’ın karşılığı olan “spiritualite” kelimesi, geleneksel dinin (Hıristiyanlığın) karşısında bir anlam öbeğinde yer almaya başladı. Hatta bazı araştırmacılar, “spiritualite”ye olan ilgi artışının geleneksel dinden uzaklaşmanın sonucu olduğunu ileri sürdüler.

Araştırmacılar, günümüzde “maneviyat”a ilişkin modern yaklaşımları üçe ayırarak inceliyorlar:

1. Teolojilerdeki düşünce ve pratiğin nedeni olarak gösterilen, geniş ya da dar olarak tasavvur edilen Tanrı merkezli maneviyat…
2. Bir kimsenin ekoloji ya da doğa ile ilişkisini vurgulayan dünya merkezli bir maneviyat…
3. İnsan(ın) başarısını veya potansiyelini vurgulayan hümanist veya insan merkezli maneviyat…

Bu ayrımın daha çok günümüz dünyasındaki inanç gruplaşmalarından kaynaklanan bir sınıflamaya dayandığını görmekle birlikte, ben de kabaca bu ayrımı doğru kabul ediyorum. Ancak bu sınıflandırmanın çerçevesinin “Maneviyat, bireyin kendisinin ve varoluşunun ötesindeki güçtür” şeklindeki bir tanımla belirlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu tanımdan hareket etmemiz halinde hem maneviyatın dini inançla bağlantısına işaret edebilmiş hem de maneviyatı dini inanç ve dindarlık ile sınırlayamayacağımızı, dini inancı zayıf olan veya hiç olmadığını söyleyen hatta Tanrı’ya inanmayan bir ateist olduğunu vurgulayan bir kimsenin psikolojisinde manevi bir alandan bahsedebilme imkânı bulmuş olacağımız kanaatindeyim.

Kitabınızın adında da geçen umut önemli bir kavram. “Umut konusu çok zor ve karışık. Henüz umudun tam olarak ne olduğu konusunda bile bir fikir birliğimiz yok.” Tespitiniz çok yerinde. Hocam nedir umut bir duygu mu, hal mi, bir inanç mı? Biz de genelde “umut fakirin ekmeğidir.” denerek umut bir teselli makamı olarak dile getirilir. Böyle mi gerçekten? İnsanın varoluşsal bir özelliği mi ya da umut?

Umut, günümüzde en önem verdiğim maalesef Batı’da birçok varoluşçu düşünürün bile ihmalden geldiği bir kavram. Hep kendimden bahsettim kusura bakmayın ama aslında öne çıkarmak istediğim kavramlar… Umut konusunu da sadece bu kitapta değil “Yalnızlık ve Umut” kitabında uzun uzun ele aldım, Müslüman kültürde yaşamanın niye umudu anlamayı kolaylaştırdığını, bu kültürde intiharların çok daha az olmasından hareketle anlatmaya çalıştım. 

Evet, umut bir arzu türü o kesin. Ama belli bir hisle ve duyguyla tarif edilemeyecek kadar da karışık. Belli bir his yaşantısı içinde olmadan da insan umut besleyebilir. Umut, en çok vaat ve niyete benziyor, bir histen ziyade bir eğilimi andırıyor. İnsanın potansiyellerini göreve hazır biçimde tetikte tutan bir eğilim…

Önceleri umudu belli olaylar ve durumlarda ortaya çıkan gelip geçici bir yaşantı değil; hayat şekli, alışkanlık, sürekli yinelenen bir erdem olarak görme eğilimindeydim. Bir süredir onu tıpkı kaygı gibi insani varoluşumuzun zemin mizaçlarından biri olarak görüyorum. Sanki olumsuz tüm hissiyatımız kaygıdan, olumlu hissiyatımız ise umuttan köken alıyor gibi… Sanki her hâlükârda umut zemini her insanda bulunuyor. Daha kaygılı, endişeli olanlarda umut zemini biraz köşeye doğru itiliyor, sıkıştırılıyor ama var. Ona hayatımızda yer açıp açmamak bizim elimizde…

“İnsanın kaygı ve umut arasında olduğu”nu bilmekle yetinmeyip bu hakikati gerek kendi hayatımdan gerek danışanlarımdan yaşayarak öğrendiğimden beri umut konusuna kafa yoruyorum. Önceleri onun kalp kökenli ve merhamet kaynaklı bir erdem olduğunu düşünürken son zamanlarda buna ilaveten ontolojik bir mizaç özelliğimiz olduğunu sanıyorum. Bunları yazıyor, bilimsel kongrelerde anlatmaya çalışıyorum.

Günümüz toplumu ve insanlığına dair derinlikli analizleriyle öne çıkan, kitapları bir çok dile çevrilen Byung-Chul Han ve düşünceleri kitabınızda yer alıyor. Han düşünce dünyasında hayli popüler. Şeffaflık, mahremiyet, dikkat, dikkat dağınıklığı, diskroni (kişinin zaman algısının bozulması, zamansal bozulma) gibi kavramlar Onun odağında. Yaşadığımız topluma “Yorgunluk Toplumu” Byung-Chul Han ne ifade ediyor sizce? Neler söylersiniz?

Beğeniyorum, seviyorum, takdir ediyorum bu Kore kökenli Alman düşünürü. Artık onlardan o kadar az kaldı ki… Onu okumak, onunla didişmek, bana çok iyi geliyor, okuyanlardan da aynı şeyi duyuyorum. Tek kusuru, çok yazması. Bugüne kadar 19 kitabı Türkçeye çevrildi, oku oku bitmiyor. “Teknomedyatik dünya”ya karşı insanı, hayatı, zamanı, erdemi ve güzelliği savunmada yoldaşım olarak gördüğüm Han’dan artık düşüncelerini deneme kıvamından çıkarıp sistemleştirmesini bekliyorum. Kendi adıma Han’ın en büyük katkısının, özgürlük ve mahremiyet kavramları alanındaki dev tahribatı fark etmesi ve adeta günümüzdeki anlamlarını baş aşağı ederek yerli yerine oturtması olduğunu düşünüyorum…

Yorgunluk toplumu üzerine neredeyse tamamen tıbbi metaforlara dayalı tespitlerinin de önemli olduğunu düşünmekle birlikte bu kadar tıbbi metafor kullanmanın belki ilgiyi arttırdığı ama düşünce kalitesi açısından pek de hayra alamet olmadığını belirtmek isterim. Onsan bolca tıbbi metafor kullanmasını değil ciddi bir tıp ve psikiyatri eleştirisi bekliyorum ve genelleme yapmakta acele etmemesini diliyorum. Başka’nın yerini fark’ın aldığıyla ilgili görüşlerinin Avrupa’da artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı karşısında nasıl döküldüğünü görmemesi mümkün değildir.  Sanıyorum Gazze’de işlenen soykırım sırasında vatandaşı olduğu Alman devletinin ve Habermas gibi düşünürlerin işbirlikçi tutumlarını analiz etme görevinin de farkındadır.

Son olarak neler söylersiniz? 

Çok teşekkür ederim, oldukça titiz biçimde kitabımı incelemiş, buna göre ve bana kendimi biraz daha açmama fırsat verecek sorular sormuşsunuz. Sağ olun, var olun…

Biz teşekkür ederiz.

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41